Antik çağlardan beri halk arasında oynanan oyunların endüstri devrimi sonrasında modern spor dallarına dönüşmesi, başlangıcından itibaren politik ve ideolojik bir çerçevenin içinde gelişti. Özellikle pek çok spor dalının beşiği olan Britanya’da, iç savaşlar sonrası feodaliteden kurtularak özgür köleliğini ilân eden köylülerin endüstri şehirlerine göç ederek ilk işçi sınıfını oluşturmaları folklorik zaman geçirme meşgalesi olan oyunların da şehre gelişini sağladı. Bu oyunların beden eğitimi değerinin kavranması ve kamu okullarındaki öğretmenler tarafından sahip çıkılması, sporda bundan sonra da devam edecek sınıfsal çelişkiyi başlattı. Şehirdeki ilk onyıllarında insani çalışma koşulları için mücadele eden ve herhangi bir hoşça zaman geçirme aktivitesine zamanı, enerjisi olmayan işçi sınıfı, Radikalizm ve sonrasında İngiliz Sosyalizmiyle haklarını elde etmeye başlayınca, tatil günlerine ve dolayısıyla oyun oynayacak zamana sahip oldu. İşçilerin spor alanlarına girişi, hem işçilerle, üst-orta sınıf arasındaki çelişkiyi arttırdı, hem de spor işçiliğini, yani profesyonalizmi beraberinde getirdi.
Spor tarihinin ilk profesyonelleri birçoğu tribün hasılatlarından ve bahislerden para kazanan spor organizatörleri tarafından fabrikalardan yevmiye karşılığı sahalara taşınan işçilerdi. Sporculara ödenen ilk ücretlerse fabrikalarda kaçırdıkları mesaileri tazmin etmek için veriliyordu. Spordaki rant arttıkça, bu ücretler rekabet ortamında yükseldi ve spor işçiliği işçi sınıfı üyeleri için fabrika işçiliğinden daha cazip bir alternatif hâline geldi. Amatörler, yani sporu zevk için yapan üst-orta sınıf modern zamanlarda çoğunluğu ilk kez kaybediyordu. Buna rağmen, hem liderlik tecrübeleri daha fazla olduğu için, hem de sporun kurumsallaşmasında daha erken rol aldıkları için spor organizasyonlarının kontrolü onlardaydı. Bunun sonucu olarak pek çok spor dalında ve spor kulüplerinde keskin sınıfsal ayrımlar belirlendi. Birçok spor kulübünde profesyonellerin üyeliği kesin olarak yasaklanırken, yasak olmayanlarda ise üyelik aidatları işçi sınıfının karşılayamayacağı rakamlara yükseltildi. Olimpiyat Oyunları’ndaki profesyonellik yasağı da bu dönemde geldi. Bunun bir “Olimpik ideal” olmaktan ziyade, bir sınıfsal ayrım olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bu uygulama, antik Yunan’daki Olimpiyat Oyunları’na kölelerin alınmamasıyla hemen hemen aynı prensibe dayanıyordu. Bir taraftan toplumun bir kesimini ikinci sınıf vatandaş olarak görüp kendi arasına almama amacı güderken, diğer taraftan da ayrıcalıklı kesimin “alt” kesim tarafından ağır bir yenilgiye uğratılmasının önünü alıyordu.
19.yüzyılın sonunda keskin sınıfsal ayrımlarla ortaya çıkarılan bu uygulama, 20. yüzyılda farklı bir anlam kazandı. Birinci Dünya Savaşı’yla beraber aristokrasilerin çözülmesi ve hakim sınıf olarak anlamını yitirmesiyle zaten spor yönetimi yapı değiştirirken, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı’da ortaya çıkan refah devletleriyle beraber amatörlük-profesyonelliğin de tanımı da değişti. Sporun, vatandaşların sağlığı açısından devletin anayasal olarak sağladığı hizmetler arasına girmesi, devlet tarafından iaşesi sağlanan yeni bir sporcu sınıfının doğmasına yol açtı. Bu sporcular, öncülleri profesyoneller gibi emeklerini serbest pazarda satmıyorlar, devletin sağladığı imkanlar karşılığında uluslararası organizasyonlarda ülkeyi temsil etmek üzere devlete satıyorlardı. Soğuk Savaşla beraber Olimpiyat Oyunları gibi organizasyonların propaganda değerinin artması, hem Batı Bloku’nda, hem Doğu Bloku’nda bu sistemin yerleşmesini ve önem kazanmasını sağladı. Soğuk Savaş’ın iki kutbu spor konusunda hemen hemen ortak bir yaklaşım sağladılar. Amerika Birleşik Devletleri’nin 1974’te Olimpiyat politikasını Sovyetler’inkinin üzerinden yeniden modellemesi de bunun sonucuydu. Bu dönemde amatörlük, ama daha doğru tanımıyla “devlet profesyonelliği” dünyada hakim spor politikası olarak kabul edildi. Amatörlüğün bir Olimpik ideal olarak kavramlaştırılması ve bir retorik içine dahil edilmesi de bu dönemde gerçekleşti.
Spordaki bu yapının kırılması, ancak politik kampların kırılması ya da çözülmesiyle mümkün olabilirdi, öyle de oldu. 1990’ların başında Doğu Bloku’nun çözülmesi ve eski Varşova Paktı ülkelerinin sermaye piyasasına adım atmasıyla beraber, Olimpiyat Oyunları’nın amatörlük “ideal”inin eski aciliyeti pek kalmamıştı. Tek kutuplu olmaya gittiği düşünülen dünyanın küresel ortak paydalara ihtiyacı vardı ve artık milyonlarca dolar kazanan uluslararası profesyoneller bu görevi rahatlıkla üstlenebilirlerdi. Amerika Birleşik Devletleri’nin 1992’de Barcelona’ya gönderdiği NBA çıkışlı ilk “Rüya Takım”, bu görevin ikonik temsilcisiydi. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, takımın kurulurken Hırvatistan ve Litvanya gibi dönemin güçlü basketbol ülkelerinin hiçbir şekilde baş edemeyeceği bir kadro kurulmuş olmasıydı. Amerikan takımı, dünyadaki hiçbir gücün karşı koyamayacağı bir dominasyonu temsil ediyordu ve bu ironik bir şekilde “rüya” olarak adlandırılmıştı. Bu, bir bakıma bundan sonraki dönemde kurulması tahayyül edilen hegemonyanın spor sahalarındaki temsiliydi. “Rüya Takım” kurulurken yalnızca yenilmez olması değil, diğerlerinin kendisini ona rakip bile görememesi hedeflenmişti.
Dahası, tüm dünyada at koşturmaya başlayan ve Doğu Bloku ülkelerine de “özgürlük sembolü” olarak giren çok uluslu Olimpik sponsorlar için de bu profesyoneller önemliydi. Modern Olimpiyat icat edilirken kapının dışında tutulan “spor işçileri”, mültimilyoner spor misyonerleri olduklarında buyur edilmişlerdi. İşin ilginç tarafı ise Olimpiyat’ın ilk yıllarında amatörler üst kesimleri temsil edip profesyoneller alt kesimler gelirken, 1990’larda yasağı kaldırılan profesyoneller üst kesimden, devlet eliyle hayatını idame ettiren amatörler ise alt kesimlerden geliyordu. Yani aslında profesyonellerin yasağı, toplumun alt katmanlarından üst katmanlarına terfi ettiklerinde kalkmıştı. Bu açıdan da yine ideolojik bir tutum içeriyordu.
[…] konuyla iligili burada çok güzel bir yazı var. […]