"Enter"a basıp içeriğe geçin

Ay: Kasım 2010

Y.B.D.A

Her şey yanlış bir öğüde uymasıyla başladı.

Hayatı boyunca züccaciye dükkanına bob kızağıyla dalan bir filin kırabileceği bardak kadar pot kırmış, dünyanın akciğerlerini tıkayacak kadar çam devirmişti. Arkasında büyük bir toz bulutu bırakarak ilerliyordu ama yine de onu tanıyanlar onun aslında iyi bir insan olduğunu bilirlerdi. En azından dürüsttü. Sonra bir gün herkesle iyi geçinmesi gerektiği söylendi kendisine. Bunun için de düşündüğünü kendisine saklaması gerekiyordu. ?İyi? dedi kendi kendine, ?hiç değilse daha az kalp kırarım.?

Kokuşmuş çağın plastik kahramanı

Bir dönemin, kahramanlarıyla ilişkisi çoğu zaman sorunludur. Çünkü kahramanları yaratan dönemin ruhuyken, o yaratılan kahramanlar da dönemi şekillendirirler. Yani çoğu zaman kahramanlar, yaşanan dönemin etkisini yeniden üretir, daha da kuvvetlendirir ve meşrulaştırır, çünkü geniş kitlelerin rızasını yaratma konusunda epik bir hikâyeden ve bir kahramandan iyisi yoktur.

Konu uzun ve pek çok boyutu var ama olaya yalnızca spor açısından bakarsak, ben bu dönemin kahramanlarından, üstte belirttiğim nedenlerden dolayı en az dönemin kendisinden olduğu kadar rahatsızım. Yaşadığımız yıllara ait kabul edilemez ne varsa, stilize edilmiş kahramanlar aracılığıyla bize yutturuluyor. Hatta yutturmak ne kelime, özendiriliyor, empoze ediliyor.

İki yıl önce Olimpiyat zamanı bu plastik kahramanlardan biraz bahsetmiştim. İnsanüstülüğün, ne olursa olsun kazanmak ve başarılı olmak üzerine kurulu bir yapının özendirildiği ve sıradan insanın giderek küçültüldüğü spor anlayışından söz etmiş, bu anlayışın yarattığı kahramanların başarılarının müthiş bir anakronizmle geçmişin kahramanlarının verdiği mesajların üstünü sıvadığını söylemiştim. Artık yalnızca skor tabelasının ve rakamların konuştuğu bir dünyaydı bu. Dokuz madalyalı biri, tek madalyasını çıplak ayakla koşarak alan birinden daha büyük olmak zorundaydı mesela. Büyüklüğün tek ölçütü başarıydı, başarının tek ölçütü ise kazanmak, nasıl olursa olsun.

Aaaarrğğhh!!!

Bizim mahallede Caner Eler dururken ağzımı basketbol konuşmak için açarsam muhtemelen çarpılırım ama “iyi kötü biz de biraz takip ediyoruz” deyip söze gireceğim, aranızda kafama yıldırım düşeceğinden korkanlar varsa iki adım yana açılabilirler.

Yarı ruhani ağalık sistemi…

Türkiye?de hâkim paradigma ?her alanda- çoğunlukta olan küçüklerin bir halt beceremeyeceği, bu yüzden de hemen hemen ruhani sıfatlar yüklenmiş bir avuç büyüğe sarsılmaz ve sorgulanamaz bir iktidar bahşedilmesi gerektiği üzerinedir. 1920?lerde ülkenin kurucusuna ?tanrılaş? diye yalvaran şairle, bugün başbakana ?İslam âleminin yeni halifesi? göndermesi yapan afiş asan yurttaşın davranışındaki şaşkınlık verici benzerlik, bu zihniyetin kuvveti kadar sürekliliğine de işaret eder. İşin ilginç tarafı, küçüklerin yetersizliğine ve acizliğine, tepedekiler değil küçüklerin ?ya da ?madunlar?ın diyelim- kendisi iman eder. Bu nedenle egemenler alttakileri sürekli ezerken, aşağıdakiler yukarıdakilere minnetle biat ederler. Türkiye?de her yere asacağımız dürüst bir amentümüz olsaydı, bu ?Allah ağama zeval vermesin? olurdu. Ağalar; zamana, şartlara ve konjonktüre göre değişir, ağalık değişmez.

Ömrümü yedin FM/CM!

Sene kaç tam hatırlamıyorum. İlkokuldayım, yazı icat olunmuş, herhalde ertesi yıl bizi okula almışlar, epeyce eski yani. Evde 16kb’lik ZX Spectrum’un üzerine sünnetten gelen paralar konularak Akaretler’deki araba tamircisi/bilgisayarcı abilerden alınmış 128kb’lik Amstrad var. CPC6128, meşhur yeşil monitörlü olanlarından. O zamanlar Norwich City İngiltere Birinci Ligi’nde, Premier Lig ise Rupert Murdoch-Margaret Thatcher-İskeletor üçlüsünün hain planlarında belirmeye başlamamış henüz. Norwich’i İngiltere’deki Norveçliler’in takımı sanıyorum, Norveçliler’e annemin çalıştığı tekstil firmasının birincil müşterileri olmalarından kaynaklanan bir sevgim var. Fatih’teki küçücük fareli evimizde masaya çorbayı Norveçliler koyuyor, mecburen Norwich’i tutuyoruz. Hem yeşil monitöre de cuk oturuyor renkleri. Football Manager açılıyor, bir heyecan Norwich’le başarıdan başarıya koşacağız. Ama öyle hemen değil, çünkü Liverpool da alsan, Nottingham da alsan Dördüncü Lig’ten başlatıyor seni oyun. Öyle şimdiki gibi “Barcelona’yla otuz iki sene üst üste şampiyon oldum oğlum” durumu yok. Ekmeğini taştan çıkarıyorsun. Pıtır pıtır yana söne atak geliştiriyor futbolcu kılığına girmiş pikseller, sen yaptığın transferler iyi oynasın diye ekran başında dua ediyorsun. Taktik müdahale filan yok. Ne çektiğimi bir ben bilirim, bir de cefakar Norwich halkı ve Norveç Fahri Başkonsolosu bilir.

?Altın melek?in kanatlarını koparmak

Kırmızı-beyaz çubuklu Atletico formasıyla serbest vuruştan ağları havalandırırken hatırlıyorum ben onu en çok… Sonra sarı saçlarını savura savura golün sevincini yaşarken… İsteyen Real Madrid ya da Barcelona formasıyla da hatırlayabilir onu. Fark etmez, değerinden bir şey eksiltmez.

O Bernd Schuster, nam-ı diğer ?altın melek?…

Şunu söyleyebilirim, şanslı bir adamım ben, hatta biz şanslı bir nesiliz. Çocukluk kahramanlarımız dokunabileceğimiz mesafeye kadar geliyor art arda. Tigana, Zico, Rijkaard… Çocukken çıkartma albümlerindeki resimlerine hayranlıkla baktığımız efsaneler.

Ama işin kötü tarafı, gerçekten de dokunabileceğimiz mesafedeler. Canlarını acıtabileceğimiz, saygısızlık edebileceğimiz mesafedeler. Kuyruklarına teneke bağlayabiliyor, alay edebiliyoruz. Onların efsaneliğinden bir şey kaybettirdiği için üzülmüyorum, kendimizi küçük düşürdüğümüz için üzülüyorum.