İlk yazı özeldir. Bir yazar, yeni bir mecrada yazmaya başlamışsa, ilk yazısına çok özenmesi icap eder. Okurla ilk buluşma, insanın midesinde kelebekler uçuşturur, yeniden aşık olmak gibidir biraz.
Ancak, günümüzün Türkiyesinin bir yurttaşıysanız ve hasbelkader gündem üzerine yazıp çiziyorsanız midenizdeki o kelebeklerin, olan bitenin yarattığı reflü tsunamilerinden kaçmak üzere tam kapanmaya gitmesi yüksek ihtimal dahilindedir.
Ben de isterdim ki size renkli bir 1 Mayıs yazısı yazayım, devlet imkan verse ya da en azından rahat verse yazardım, ama eldeki mevcut itibarıyla monokrom bir post-24 Nisan yazısı lüzumuyla karşı karşıyayız. Lâkin gönlünüz rahat olsun, Amerikan başkanının soykırıma soykırım demesi üzerine ağdalı ve kasvetli bir argümantasyon döşenmek niyetinde değilim. Amerikan başkanının ne dediği beni çok ilgilendirmiyor, beni ilgilendiren kendi kendimize ne dediğimiz ya da ne diyemediğimiz, zira beşinci zafer on yılına girdiğim bu biricik hayatımda, bu mevzu, diğer tüm Türkiye yurttaşlarının olduğu gibi benim de ayağımda pranga.
Kendi kendimize ne diyemediğimiz malum, ama asıl ne dediğimizi konuşalım.
Bu sene de her yıl olduğu gibi, 24 Nisan Cümle Aleme Hiddetlenip Köpürme Günümüzü, ülkemizde ve dış temsilciliklerimizde törenlerle eda ettik. Devletlilerimizin ve devletperverlerimizin argümanları yine “Aman canım n’olmuşsa olmuş”tan “Biz onları kesmedik, asıl onlar bizi kesti”ye, “Ermeniler diyorsun da, Kızılderililer n’olacak”tan “Kestik yine keseriz”e rastlantısal bir şekilde savruldu ve bunların yekûnunun anlamlı ve yüzde 100 ikna edici bir sav ortaya çıkarması beklendi, hatta bundan emin olundu ve ikna olmayanların zaten Türkiye düşmanı ve/veya hain olduğu sabitlendi.
Benim bu hiddetli coşku içerisinde en ilgiyle takip ettiğim argüman türü, “Tarihi tarihçilere bırakalım.” Kendime tarihçi diyemem ama iyi bir tarihyazımı tedrisatından geçmişliğim olduğundan tarih projelerinde çalışmışlığım var. Ne zaman “Tarihi tarihçilere bırakalım” lafını duysam, aklıma güzide bir kulübümüzün tarihiyle ilgili vaktinde çalıştığım proje gelir. Bize bütün arşivleri açıp “İşte size arşivler, bize Atatürk’ün kulübümüzü tuttuğunu kanıtlayın” demişlerdi. Bizde tarih, tarihçilere böyle bırakılır, “Al sana bir kaya” hesabı…
Ama bugün daha ziyade bahsetmek istediğim “Evet kestik, gel seni de keselim (ama bu soykırım değil)” argümanı. Günümüzde, AKP-MHP iktidar blokunun, her türlü şiddete meyilli aşırı sağcı taşkınlığı yerli-milli doktrin hâle getirmiş olması, bu argümanın sahibi cenahta daha bir gönül rahatlığı sağladı kuşkusuz. Bir yılın 364 gününü sığınmacılara yönelik nefret saçarak geçiren, iktidar mı muhalefet mi olduğunu kendisi de tam şavullayamayan Ümit Özdağ da yılın bu gününü bir istisna yaparak Ermenilere ayırdı. “Savurduğum tehdit boşluğa gitmesin” diye düşünmüş olacak ki doğrudan aynı Meclis’i paylaştığı Garo Paylan’ı ‘Talat Paşa deneyimi yaşatmak’la tehdit etti.
Şimdi, Ümit Özdağ’ın bu cümleyle neyi kastettiği açık da Türkiye halkının zaten 1915’ten yaşadığı başka bir ‘Talat Paşa deneyimi’ daha var, ben biraz ondan bahsedeyim.
Modern Türkiye tarihimize baktığımızda sürekli karşımıza çıkan bir tema var: ‘yanına kâr kalmak.’ Özellikle yapılan iş, devlet adına yapılmışsa.
Bu, açıklaması çok zor bir durum değil; toplumsal ve kurumsal kurucu mitlerimize baktığımızda Tanrı’yı ikâme etmek üzere dizayn edilmiş bir devlet ve o devletin ezeli-ebedi haklılığına olan sarsılmaz inanç, o devletin sahibi konumuna geçenleri insanlıktan tanrılaşmaya taşıyor ve hesap vermez, veremez bir hâle getiriyor. Bunun yetmediği yerde de sopa giriyor devreye. Devletin sahibi derken lâlettayin bir siyasi iktidardan bahsetmiyorum, devletin kurumlarına sahip olmayı ve bunu toplum tepkisine rağmen öyle ya da böyle sürdürülebilir kılmaktan bahsediyorum.
Ümit Özdağ’ın bahsettiği ‘Talat Paşa deneyimi’, ima ettiği insan kasaplığı kadar; Enver, Talat ve Cemal’in kendini devlet görerek kafasına göre iş yapma ve bunun hesabını ne adalet, ne de tarih önünde verme pratiğini temsil ediyor. Ermeni Soykırımı’nı bir tarafa koyalım; yalnızca Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’na sokarak Sevr’in gelişini hazırlamak ve Sarıkamış’ta 35 bin kadar askeri ölüme sürüklemek bile kendilerini lanetle anmak için yeter sebepken, Türkiye’nin şoven kafa karışıklığında, İngiliz gemisiyle kaçan Vahdettin mi, yoksa Alman torpidosuyla kaçan Enverler mi daha kahraman onun tartışması yapılıyor.
Yine Ümit Özdağ’ın bahsettiği ‘Talat Paşa deneyimi’, aslında birebir yaşadığımız, kendisinin de aktörü olduğu bir şey. Ümit Özdağ, Garo Paylan’ı rahatlıkla katliamla tehdit edebiliyor, çünkü biliyor ki bunu yaptığı için başına hiçbir şey gelmeyecek. Tıpkı Garo Paylan’ın zihninde, Nazaret Dağavaryan’dan Hrant Dink’e kadar uzun bir insan listesinin kolektif hafızasının olduğu gibi.
Özdağ, yalnız olmadığını da biliyor, mevzu Ermeniler olduğunda, o çok kutuplaştığı düşünülen siyasi bloklarımızın arasındaki çizgilerin eriyeceğini de. Haksız da değil, mesela küçükken Hopdediksvari bir şekilde devlet kazanına düştüğünü tahmin ettiğim CHP sözcüsü Faik Öztrak’ın tam da HDP’nin Kobani davası üzerinden içişleri bakanı tarafından tehdit edilip arkasından polislerin duruşma salonunda avukatlara gözdağı vermek üzere yerlerini aldığı gün, Ermeni Soykırımı üzerinden HDP’ye saldırma fırsatını nasıl kaçırmadığını ve iki haftadır 128 milyar doların hesabını sorduğu parti-devletin koluna nasıl bir iştahla girdiğini görmemek imkansız. Aynı anda hem Ermeni’ye, hem Kürt’e, hem de onların seçilmiş vekillerine saldırma fırsatı doğmuşken, Devletperver Faik Paşa, bir de halkın çalınan paralarını mı düşünecekti?
Bir hesap vermezlik rejiminde yaşıyoruz. Hesap vermeyi geçtim, her şeyin yanına kâr kalacak olduğunu bilenlerin rahatlığını çekiyoruz bir de her gün. Bir senedir salgın yönetimini eline yüzüne bulaştırmış, elinde her gün 300 yeni insanın kanı olan insanların, bırakalım utanmayı filan, ‘başarıları’yla övündüğü, beceriksizliği ve kötü niyeti yüzünden mecbur kalınan ‘tam kapanma’nın faturasını da halka kestiği bir arsızlık orjisine tanık oluyoruz her gün.
Herkes kimin nerede durduğunu içgüdüsel olarak biliyor artık; Özdağ katliam tehdidi nedeniyle yargılanmayacağını biliyor, sağlık bakanı kendisinden kimsenin hesap sormayacağını, halkın parasıyla SS plakalı Camaro’larda gezen AKPli tosuncuklar karakola gitseler komiserin kendilerine tekmil vereceğini, devlet katından beş maaş alanlar yediği kul hakkının kendilerinden sorulmayacağını… En çok inkâr edenler, hep en iyi bilenler. Ne olduğunu da, ne olacağını da…
Biz inkâr ederek, yüz yılda bir hesap vermezlik, cezasızlık rejimi yarattık. İsterseniz lanet deyin buna. Ermeni Soykırımı, bu ülkenin “Bu bile yapanın yanına kâr kalmış, benim yaptığım mı kalmayacak?” kerterizi. İşte Türkiye toplumunun mahkum olduğu ‘Talat Paşa deneyimi’ bu. “Hak ettik mi?” sorusuna okur kendisi cevap versin de değiştiremeyecek olmak benim çok ağırıma gidiyor.
*Bu yazı ilk olarak Diken‘de yayımlanmıştır.