gece çok zor geçmişti, artık bir noktadan sonra çektiğim acı beni alıp sürüklemeye başlamıştı, karşı koyamıyordum, bir çığın içerisinde yuvarlanıyor gibiydim, duramıyordum, kurtulamıyordum. şimdiye kadar hep buralarda durmak için bir nedenim olmuştu, şimdi düşündüğümde ise artık yoktu nedenim, gidebilirdim artık, hatta gitmeliydim, kalmak acı çekmekten başka işe yaramıyordu çünkü.
altı-yedi saat kadar gözlerim ağlamaktan şişmiş bir şekilde kıvrandığım yataktan kalktım. canım çırılçıplak kalmak istedi, soyundum. çıplak kaldığım zaman yapabileceğim şeyler konusunda hayatta hiçbir zaman fazla bilgi sahibi olma fırsatım olmadığı için bildiğim bir şey yapayım dedim, gittim şofbeni yaktım. yatağa dönüp yarım saat kadar oturdum, ayak parmaklarımı inceledim. sol ayak tırnaklarımın oldukça biçimsiz bir şekilde uzadıklarını farkettim (tekini daha önce canımı yaktığında kesmiştim). gittim, tırnak makasını aldım, düzgünce kestim toplam dokuz tırnağı, sekizini çöp kutusuna attım, biri her zamanki gibi kayboldu karanlıkta (nereye gidiyor acaba bu tırnaklar?). banyodan yapacağım finali tırnağımın sonradan bulunması ihtimal dahilinde olmayan bir yerde gerçekleştirmeye kadar verdim.
banyo yarım saat içinde istediğim sıcaklığa kavuşmuştu, hep böyle olmuştu zaten. küvetin içine girdim, duş başlığını su tam kafama akacak şekilde ayarladım, dizlerimi kendime çektim. beni buraya neyin getirdiğini düşünürken başımı sekiz-dokuz kez şampuanlamış olmalıyım, sayacak durumda değildim, zaten şampuanı kafama sürdüğüm an duştan gelen su alıp götürüyordu, yani öyle kayda değer bir şampuanlama da sözkonusu olmadı. canım son bir kez otuzbir çekmek istedi, ama yapmadım, hem banyoda yapmayı sevmem, hem de sonradan orada burada aleyhime kullanılabileceğini düşündüm. bilirsiniz, herkesin yapıp da yapmıyormuş gibi davrandığı şeylerden biridir bu, benim yaptığım bir ortaya çıkarsa herkesin yerine bir tek ben yapıyormuşum gibi parmaklar bana döner. koca bir dünyanın bastırılmışlığını üzerinizde taşımak zor iştir ve ben artık ağırlık kaldıramıyorum. beni denizin bittiği yere getiren de bu oldu zaten. bunları düşünmeye başladığımda içimde istek filan da kalmamıştı zaten, sıcak suyun altında alnı hafif şampuanlı, yarı ereksiyon halinde, küçülmüş, zavallı bir adamdım ben. o kadar gidilesi bir geceydi ki dayanamıyordum artık kalmaya. trenin altından dumanlar çıkıyordu artık, her an hareket edebilirdi ve ben treni yakalayacağım diye peron boyunca koştururken valizi açılıp çizgili donları ortalığa saçılan adam olmak istemiyordum. iyi aklıma geldi, güzel bir don giymek lazımdı.
banyodan çıktım, güzelce kurulandım, ıslak ayaklarımı bastığım banyo paspasını kurusun diye bir kenara astım. gidiyorsam bile pasaklı gitmek zorunda değilim, hem ıslak paspas en az ıslak köpek kadar kötü kokar (ya da tam tersi), ne gerek var buna? gardırobun önüne geldiğimde ne giyeceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu, yalnızca pantalonu biliyordum çünkü tek pantalonum vardı zaten. çorap giymemeye karar verdim, ayaklarım çirkin değildi, hem tırnaklarımı yeni kesmiştim, biliyorsunuz bunu. üzerime bir beşiktaş forması giymek başta fena bir fikir gibi gelmedi, ama sonradan “beşiktaş yenildi diye canına kıydı” demesinler diye vazgeçtim. beşiktaş yenildi diye gidecek olsaydım, şimdiye kadar pekçok kez kendimi dolmabahçe’nin serin sularına bırakacak nedenim olmuştu, o zaman giderdim. düz siyah bir tişört giymeye karar verdim, pantalonum da beyazdı, hiç değilse siyah-beyaz giyinmiş olurdum. mektubuma “beni öyle gömün” diye mi yazsaydım acaba. mektup yazmayacaktım ki ama. intihar eden adamlarda en sevmediğim şeydir, zaten ta burana kadar gelmiş artık devam edemeyecek durumdasın, son enerjini onun bunun kafasına kakarak harcamanın ne anlamı var? bırak herkes kendi payına düşeni kendi düşünsün. zaten boyun kırıldığı vakit insanda haliyle bir suskunluk hali vuku buluyor, bu çok konuşan suskunluğu bir mektupla sulandırmanın hiç anlamı yok. üçüncü sınıf bir gazeteyi vapurda burnunu karıştırırken okuyan kıl bir herif yan sayfadaki pembe tangalı kadının yanına gidişimi meze yapsın diye bir de mektup mu yazacağım? yok öyle şey!
ileride intihar edesi gelenleriniz olabilir diye tecrübe kazanmış biri olarak konuşuyorum, bu işte ekipman oldukça önemlidir, daha doğrusu önemliymiş. siz de benim gibi spontane bir intiharı düşlemiş olabilirsiniz, bu tabii ki asil bir şey. hatta asil olması da çok gerekli değil, bir gece uyku tutmamıştır, televizyonda doğru düzgün bir şey yoktur, hayat boktandır, size bir şey vermemektedir, “eh, bu gece ben gideyim en iyisi” demiş de olabilirsiniz, belki zengin kalkışı seviyorsunuzdur, hiç zengin olamamışsınızdır bari son kalkış zengin gözüksün demişsinizdir. ben de size “aylarca intiharınızı düşünün, fizibilite çalışması yapın” demiyorum ki zaten, ama bir kenara sağlam bir uyku hapı, kalın bir ip, ne bileyim bileği güzelce dilimleyecek bir meyve bıçağı (trende satılanlardan değil aman ha, öleyim derken tetanos olursunuz mazallah) bırakıverin, gidişiniz gelince yardımı olur. bunu yapmayınca benim başıma gelenler kaçınılmaz oluyor tabii.
ne diyordum, kurulandım, giyindim, gidip saçlarımı taradım banyoda. saçlarım uzun, kendi halinde kurumaya bırakıldıklarında fena halde kıvırcıklaşma huyları var, ve fakat ben bu anarko-merinos halini sevmiyorum saçlarımın. her ne kadar umrumda olmasa da, gazetede yarı insan yarı koyun, dış kapının mandalı bir antik yunan tanrısı görünümünde arz-ı endam etmek de istemem. benim de bir haysiyetim var neticede, gerçi o haysiyetten bir saçımı tarayacak, bir de, işte, gidecek kadar kaldı ya, neyse, kaldı mı, kaldı. saçıma jöle sürüp arkaya yatırmaya karar verdim, küçükbaş hayvana benzeyeceğime italyan mafyası desinler daha iyi. yalnız gelip zaten ebediyete kavuşmuş olan beni bir de fotoğrafik açıdan ebedileştirecek muhabir arkadaş geç gelirse, bu jöle kurur, arka merinos ön mafya, italo-koyunumtırak bir görünüm arzederim, jöle sürer sürmez benim bu işi halletmem şart.
evde fotoğrafta da fena çıkmayacak turuncu bir taburem var, onu aldım yanıma. turuncu insan gözünün ilk seçtiği renktir, pembe tangalı ablaya karşı 1-0 öndeyim gazetede. gerçi hayatta o bana deplasmanda beş çekmişti, saha dezavantajıyla mağlubuz yine, ama olsun bir teselli sayısı kaydetmiş olalım. başka ne lazım bana, çengel lazım, böyle zamanlarda cin gibi çalışır aklım, gittim sigortayı kapattım, salondaki avizeyi indirdim aşağı, onun çengeli haydi haydi taşır beni. sigortayı bir daha kontrol etmek lazım, elektrik de neticede gideceğim yere götürür beni ama son dakikada ortaya çıkacak bir korsan gidiş yöntemi giderken suratımda şaşkın bir ifadeye yol açabilir, bu da haliyle son bakış olarak tercih ettiğim bir şekil olmaz. bir defada bir kere hem, bu intihar işini de fazla sulandırmamak lazım.
bakalım başka ne lazım bana, hah, ip! ip aklıma iyi geldi de, evde ip var mı acaba? annemin kanepenin altına sokuşturduğu yünlerin bu olayda bana fazla yardımcı olamayacağını düşünürsek yok galiba… derken aklıma geldi, balkonda gerili mavi çamaşır ipi var. gittim onu söktüm, yer yer tozlu, bir yerine de aksi gibi kuş pislemiş. banyoya koştum, yıkadım ipi, temizlendi temizlenmesine ama bir de onun kuruması lazım. bekleyemem, saçım kuruyor. saçım kuruyor derken aklıma saç kurutma makinesi geldi, ipi onunla kuruttum. herşey hazır, malzemelerimizi alıp olay yerine gidiyoruz.
düzeneği kurmak çok zor olmadı, ipi iki kat yaptım (fazlasına yetece kadar uzun değildi). aslında o filmlerde gördüğümüz burgulu darağacı iplerinden yapmak istedim ama ne yazık ki bu işin profesyoneli değilim, dahası elimden böyle işler de pek gelmez, olanla idare edeceğiz artık. ipi çengele sardım, kurban bayramı’nda koyunların asıldığı çengellere benzemediğinden emin oldum görüntünün (saçlar da kuruyacak zaten, koyun imajını güçlendirmenin manası yok). tabureye çıktım, boynumu tam geçirdim, o da nesi? çenemden geriye gitmiyor ip, yeterince yer bırakmamışım! annem der durur çocukluğumdan beri “koca kafa” diye, niye hiç kaale almamımış ki vaktiyle? çenemde kaldı ip, tam çıkarıp yeniden takacağım derken, tabureyi tekmeledim mi sana, yani size? yarı intihar yarı debelenme arası karambol bir durumda kalakaldım. ip çenede, kırılması planlanan boyunla alakası yok. çengel dingildiyor, ip desen çeker mi çekmez mi bilemiyorum, beklesem belki nefessiz kalıp gidişi gerçekleştireceğim ama böyle salak bir gidişi kim ister ki? ben kalan tüm haysiyetimi bu işe yatırmışım, spontane bile olsa iyi kötü bir plan dahilinde gidişimi hazırlamışım, boyun kırılacak, suskunluk konuşacak derken böyle kalakaldık arada bir yerde. az önce söktüğüm avizenin tavandaki duruşu neyse benimki de o, bir eksiğim cam kristaller. karizma bakımından olmasa bile gülünçlük bakımından tangalı ablaya on basmış durumdayım ama ben eğlencenin tadına varabilecek durumda olsam tabure tepelerinde işim ne zaten? yok, bir şekilde inmek lazım buradan, neticede tecrübeli değiliz, deneme-yanılma işi bu, herkes ilk seferinde gidemiyor ki zaten canım. yalnız şöyle bir sorun var ki yüzüm yavaş yavaş maviye dönmeye başladı, çamaşır ipiyle renk uyumu yaptık ama bu uyum ipi fazla mutlu etmemiş olacak fena kesiyor çenemi. nefessiz kaldım, kalacağım, bu halde gitmem sözkonusu dahi olamaz, inmem lazım. neyse ki ayaklarım tabureye hala değiyor, yoksa vaziyet çok fena. dandik çamaşır ipi çenede, çengelin oynaması yüzünden suratıma tavandan tozlar dökülmüş, saçlar desen ön taraf sicilya arka taraf karaman, yüzümde salak bir panik ifadesi. zaten ben yaşarken de böyleydim, giderken de böyle olacaksam niye gideyim? niye gideyim gitmesine de öbür tarafa da gelemiyorum ki, yarı tabureye, yarı tavana monte bir şekilde kaldım burada.
panikten katılaşmış ellerimi kullanmak neden sonra geldi aklıma. uyuşukluğunu zar zor aldığım sol elimle çeneme davrandım. dengemi yitirir gibi olduğumda, sağ elim bir anda denge bulmak için ipe asıldı, tavandan tozlar döküldü, “çatır” diye bir ses…
gidişim aklıma geldiğimde en çok gözümü tekrar açtığımda ne göreceğimi merak etmiştim. hemen söyleyeyim, tamamen alçılı bir şekilde havada duran sağ bacağımı gördüm. kalçamda da kimi kırıklar olduğumu öğrendim. “yaşamak güzel değil mi?” diye sordu hemşire hanım (pantalonun arkasından pembe tangası belli oluyordu, dalga geçer gibi, “çıkarır mısınız?” diyemedim, diyebilecek bir adam olsam niye gideyim zaten?). kendisine “bir dahaki sefere hap kullanacağım, o zaman kesin gidiyorum” şeklinde cevap verdim. bir şeyler karalayan doktorum kafasını kaldırdı, “sakın ha, bir de mideni yıkamakla uğraştırma bizi” diye cevap verdi. giderek gözüme daha çekici gözüken hemşire gülmesini tutamadı, kikirdemek için hafif eğildi, tangası daha da bir belli oldu. “şimdi banyoda da değilim, çaktırmadan davransam mı, zaten içimde kaldı” derken farkettim sağ elimin de alçıda olduğunu. ulan madem gidemeyeceksin, bari sağ elini kırma, onu neden kırıyorsun? gidemeyişin açlığı, bugüne kadarki bakiyeye eklenmiş, artık çoktan dünyanın en çekici kadını haline gelmiş olan hemşireye bakıyorum deli gibi, beni hiçbir şey göndermezse, hemşirenin kalçaları gönderecek. gazete “pembe tanga yüzünden öldü” yazacak, tam karşıma yine diğer ablanın resmi basılacak, pişti olacak, maç 1-1 berabere bitecek, ben penaltı atışları sonucu eleneceğim. kalışım yarım yamalak, gidişim yarım yamalak, ve lakin ikisini toplasan bir ben etmiyor. başımı alıp gideyim diyorum, beceremiyorum, tatil edin bu maçı, ben artık oynamıyorum.
dostoyevski tadında bi hikayeydi ama dostoyevskinin hikaye yazmamış oluşu tadımızı kaçırmasın lütfen:) gerçekten çok beğendim ama sadece beğen tuşu olduğu için ona basabildim keşke çok beğendim tuşuda olsaydı bunu anlatabilmek için bu kadar yorum yazmama gerek kalmazdı 🙂 ve son olarak bir dağhan ırak hayranı olarak devamını bekliyoruz