Şu anda sath-ı mailinde bulunduğumuz 12 Haziran seçimleri, süreci ve olası sonuçları bakımından olağanüstü bir durum yaratıyor. Her şeyden önce şunun altını çizerek başlayalım, bu seçim ne olursa olsun Türkiye demokrasi tarihinin şaibeli seçimleri arasında yer alacak. Bu anlamda 2011 seçimlerinin 1946 ve 1987 seçimleriyle aynı kategoride anılacağını kabul edelim. Gerek devletin başta Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku ve ÖDP olmak üzere tüm AKP muhaliflerine karşı tüm aygıtlarıyla giriştiği hukuksuz mücadele, gerekse AKP’nin daha ana akım muhaliflerine karşı hazırlanan komplolar itibarıyla bu seçimin adil koşullarda yapıldığını iddia etmenin imkanı yok. İkincilerin derdini ayrı bir yazı konusu olarak bir yana bırakıp, blok ve diğer sol gruplara yapılanlara bakalım.
Bu seçim sürecinin ne minvalde geçeceği aslında 18 Nisan akşamı Yüksek Seçim Kurulu’nun keyfi bir kararla blokun BDP kökenli adaylarını veto etmesi ve ÖDP’yi seçimlerden yasaklamasıyla belli olmuştu. Bir anda ülkeyi geren, halk tepkisinin anında gelmesiyle geri adım atılan bu karar sonrası Türkiye solu ne yazık ki ÖDP’yi diyet olarak ödedi. Bloku ÖDP’ye yeterince sahip çıkmamakla eleştirmek istemiyorum, aksi takdirde AKP’nin hanesine yazılacak 35-40 milletvekilini Meclis’e sokarak hem Kürt sorununun çözümü, hem de muhalefet anlamında etkili olabilecek bir hareketin kendi can derdine düşmesini anlayışla karşılayabiliyorum. Kaldı ki, blok adayları sonrasında da defalarca kara propagandaya ve saldırılara uğradı. Yargıtay’a AKP destekli üyelerinin atanmasının hemen ardından Hatip Dicle kararının onanması ve YSK olayındakine çok benzer bir zamanlamayla bir blok adayının daha önünün kesilmesi, blok ve özellikle BDP üzerindeki baskının sonuçların belli olacağı ana kadar süreceğinin bir işareti. Yine de BDP’nin ve blokun diğer büyük bileşenlerinin ÖDP’ye daha sesli sahip çıkması, solun geleceği için hiç kuşkusuz daha faydalı olurdu.
İbrahim Oruç ve Metin Lokumcu gibi canların devlet terörüne kurban verildiği, halk iradesinin yargı organları eliyle AKP lehine engellendiği bu seçim süreci, ortaya koyduğu hukuksuzluk manzarası bakımından örgütlü ve kitlesel bir mücadelenin gerekliliğini ortaya koydu. Bu gereklilik de yine ?çatı partisi? tartışmalarını başlattı. Dün Jiyan.us internet sitesine konuşan sevgili dostum Burak Cop, bunu girişilmesi çok gerekli olmayan bir çaba olarak gördüğünü söylüyor. Ben kesin olumlu ya da olumsuz görüş bildirmemeyi tercih edeceğim. Yani bir çatı partisine kategorik olarak karşı değilim ama ortaya EDP gibi amorf bir yapı çıkacak ve kitleselleşmenin yolu sosyalizmden uzaklaşmakta aranacaksa hiç girişilmesin daha iyi. Ancak, parti olsun ya da olmasın, sol bileşenlerden oluşan sürdürülebilir bir birliğin de gerekli olduğunu düşünüyorum.
Bu birliği tahayyül ederken, iki önemli meselenin sıkıntı kaynağı olabileceğini düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi olası birliğin bileşenlerin Kürt meselesi ve aktörleri konusundaki tavrı, diğeri ise 2007 seçimleriyle başlayan ve Anayasa Referandumu’yla iyice ayyuka çıkan, sol içinde bir grubun liberal politikaları benimseyerek AKP’nin dümen suyuna girmiş olması. Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku oluşurken bu sorunların ikisi de belli ölçüde belirleyici oldu. Gerek bloka giren, gerekse girmeyen grupların BirGün’ün röportaj dizilerinde yaptığı açıklamalardan bunu anlıyoruz. Benim anladığım şu; Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda belli başlı sol gruplardan TKP dışında BDP’yle iş birliğine girmeyecek grup pek yok. Diğer taraftan BDP’nin bir sol parti olmakla bir kimlik partisi olmak arasında yaşadığı bocalama, zaman zaman rahatsız edici olabiliyor. ÖDP’nin kimi blok adaylarının sağ-muhafazakar kökenlerine gösterdiği tepkiyi bu noktada anlaşılır buluyorum. Aynı şekilde blok içerisinde liberal-sol dışı bileşenlerin yer almasına verilen tepkinin de yadırganmaması gerekiyor. Burak Cop, bu grupların soldan tecrit edilmesi gerektiğini söylüyor ve turnusol kağıdı olarak da referandum sürecini işaret ediyor.
Yaşadığımız seçim süreci ve sonrasının başlangıç noktası olarak Anayasa Referandumu öncesini göstermek bana da çok isabetli geliyor. Zira 2007 seçimlerinden itibaren kendini göstermeye başlayan liberal akımın, soldan net bir şekilde ayrıştığı nokta oldu bu. “Yetmez ama evet” kampanyasına katılan ya da EDP gibi bu gruba dahil olmadan “evet” oyu veren gruplar, AKP’ye şu anda yaşamakta olduğumuz devlet terörünü uygulama cesaretini ve gücünü verdiklerini görmemekte o zaman ısrarcı oldular. Anayasa paketinin “1982 Anayasası’ndan kurtulmak ve darbecilerin yargılanması” gibi süslü laflarla pazarlanması, belki bu grupların naiflikten kaynaklanan bir gaflete kapılmalarına neden olmuş olabilirdi. Ben, AKP’nin kadroları ve kökenleri itibarıyla bu bahsedilenleri asla yapmayacak olduğunu o zaman da, şimdi de adım gibi bilmeme rağmen, bir noktaya kadar bu gafletin gerçekten saflıkla açıklanabilir olduğunu düşünüyorum. Ancak referandumla AKP’nin eline verilen siyasal gücün halka nasıl bir zorbalıkla döndüğü bu kadar netken, “Evet”çi cepheden (YAE içinden ya da EDP gibi dışından) bir özeleştirinin elzem olduğunu düşünüyorum. Eğer bu gruplar kendilerini “evet” oyu vermeye iten nedenlerin meşruiyeti kalmamışken ve kendilerine referandum öncesi “evet”in sonuçlarıyla ilgili yapılan tüm uyarılar gerçek çıkarken bu özeleştiriyi yapmıyorsa, bu mesele naiflikten çıkar, AKP payandalığına girer. İşte o zaman AKP’nin reklamcısına astırılan “Yetmez Ama Evet” pankartları, ?Hayır? afişleri AKP’nin paramiliter güçleri tarafından tahrip edilirken yerine “Yetmez Ama Evet” afişleri gibi olaylar anlam kazanır. O zaman da farklı bir muamele kaçınılmaz olur.
Ben, belki iyi niyetliliğimden, bu özeleştiriyi çok bekledim. Ancak daha Metin Lokumcu’nun kanı yerdeyken, BDP’ye, ÖDP’ye yapılan hukuksuzluklar ortadayken Kenan Evren’e on iki soru soruldu diye “tatmin olmak”, AKP’nin seçime üç-beş gün kala can havliyle fırlattığı her yeme var gücüyle atlamak, bu özeleştiriyi beklemenin nafile olduğunu gösteriyor. Aynı şekilde, BDP ve diğer blok bileşenleri, blok içinde yer alan bu gruplardan seçim döneminde tüm yapılanlara rağmen hâlâ neden AKP propagandalarına alet olduklarını sorarlarsa boşa cevap bekleyecekler. Bu seçimde blok içinde yuvalanan liberal grup, referandumla başlayan süreci çoktan tamamladılar. Sol grupların, ki buna BDP de dahildir, sürdürülebilir bir birlik için masaya oturmadan önce, blok içinde yer alıp AKP propagandası yapan, ?o da mağdur? bahanesiyle kurdu kuzuyla aynı masaya oturtmaya kalkan bu gruplara ?yok? hükmünü vermesi gerekiyor. Çok istiyorlarsa gidip AKP/ML diye parti kurabilir o gruplar, bizi ilgilendirmez…
Hem milliyetçi, hem de sol dışı-liberal grupların tamamen dışında bırakıldığı sürdürebilir bir sol birliğin hemen seçim sonrasından itibaren yerel seçimler için çalışmaya başlaması, ayrışmalarla geçen şu beş yıllık dönemin kapanışı anlamına gelebilir, bu anlamda da gereklidir. Hem Kürt siyasetiyle sosyalistlerin bağının kopmaması, hem de Türkiye solunun 12 Eylül rejimi tarafından itildiği kitlesizlikten kurtulabilmesi açısından…
İlk Yorumu Siz Yapın