Biliyorsunuz, daha önce de söyledim zira, benim bu lige itirazım var. Burnuna değil, alnına kadar pisliğe batmışken sırf birileri para kıracak diye bu lig başlatılmamalıydı, oynatılmamalıydı.
Biliyorsunuz, daha önce de söyledim zira, benim bu lige itirazım var. Burnuna değil, alnına kadar pisliğe batmışken sırf birileri para kıracak diye bu lig başlatılmamalıydı, oynatılmamalıydı.
Bir başka ?bir zamanlar…? hikayesi anlatmadan futbol yazısı yazmanın imkansız olduğu günlerden geçiyoruz. Korkarım bu yazının sonu dönüp dolaşıp ?nerede eski bayramlar? geyiğine dayanacak ki can sıkıcı olması bir yana, hayatımda yaşlanma sezonunun resmi olarak başladığına işaret. Yaş hanesinin sol tarafında ?3? rakamını gördüğümde böyle olacağını anlamıştım.
Eminim bazılarınız itiraz edecek ama ben kendi adıma ana akım medyada belli değerlerin savunuculuğunu yapmaya çalışan yazarlara saygı, hatta belli oranda sempati duyuyorum. Evet, keşke ekonomik ve editöryel açıdan güçlü bir ?sol basın? olsaydı Türkiye’de ve bu insanlar da ana akıma kaymasalardı, ama mesela ben personel servisinde boynuna giriş kartını (tasmayı) asınca şirketin hissedarı olduğunu sanan Mango-Zara-Sarar rubalı orta sınıf çocuklarının uykularından Umur Talu’nun başlarından aşağı döktüğü buz gibi ?gerçek dünya? suyuyla uyanma ihtimalini seviyorum. Yani mesele yalnızca ?sol basın?da yazan insanların ?hayrına?, yani sıfır Meksika Pezosu’na yazmak zorunda kalması ve emeklerinin karşılığını hiçbir şekilde alamamaları (en azından benim başıma gelmedi) ya da yazılarının her an bir teknik aksaklığa kurban gitme ihtimali değil, ana akımda belli değerleri paylaştığımız (hayır, vicdan demeyeceğim) insanların bir fonksiyonu var. Eğer hayata karşı sağlam bir duruşunuz varsa, girdiğiniz kabın şeklini almazsınız ama biraz aklınız çalışıyorsa okuyucunuzu şöyle bir tartar ve onlara ulaşmanın yollarını ararsınız. Siz aynı insan olabilirsiniz ama Taraf’ta yazdığınız yazıyla BirGün’deki aynı yazı olmaz. Taraf’ta yazma durumunda kalmış bir sosyalistseniz (hayır Roni Margulies’ten değil, kendimden bahsediyorum), sizin sayfanıza gazetenin karakolunun işletmecilerini okuyarak gelmiş zavallıyı o filmlerde gördüğümüz hezeyan bitirici tokatla kendine getirmeniz farzdır. BirGün’de ise mesela Nazım Alpman, Doğan Tılıç ya da Kürşad Kahramanoğlu okuyarak gelmiş okura tokat atmaya çalışmak yalnızca dangalaklık olur.
?Kaybeden yarışta sonuncu gelen değildir, kaybeden kenarda oturan ve koşmayı hiç denememiş olandır.?
Cuzco, Churubamba ne tarafa düşer, bilir misiniz? Peru’da And Dağları’nın en tepesine. Küresel ısınmanın ve sel felaketlerinin vurduğu dağ köyleri vardır orada. Ekinlerini selin kapıp…
MELEK KEDİ EVİNE DÖNDÜ!!! YARDIM EDEN HERKESE CANDAN TEŞEKKÜRLER!
Bir Pazar sabahı ansızın başlayan şike soruşturması, futboldaki usulsüzlükleri bir anda ülkenin gündemine taşıdı. Konuyu dezenformasyonla bulandırılmış sulara hiç girmeden konuyu anlamlandırmak mümkün, yalnızca şu anda olan bitene değil, meselenin kavramsal arka planına bakmayı gerektiriyor. Şunu söyleyerek başlamak lazım; şike dediğimiz şey futbolda sonucu etik dışı olarak belirlemenin sadece bir yöntemi ve tıpkı diğer yöntemler gibi mevcut futbol düzeni içerisinde kesinlikle bir anomali değil, aksine onun doğal bir sonucu. Bu yüzden şikenin oluş şekli ve aktörlerinden ziyade onu yaratan koşullara bakmak çok daha mantıklı.
Futbol gündemine bakınca insanın içinin açılmasına imkan yok. Kulüp başkanlarının hapiste olduğu, onlarca yöneticinin, futbolcunun, antrenörün Disiplin Kurulu’na verildiği bir ortamda ligler hiçbir şey olmamış gibi oynatılacak, sırf yayıncı kuruluş topu dikmesin diye. Hakkında ?başka kimsede yok ki bu kadar delil-melil, sonuç? denilen takımlar bile o ligde elini kolunu sallaya sallaya boy gösterecek, ne o delillerin hesabı sorulacak, ne delillerin varlığını ağzından kaçıranın. Şikenin hesabının bile şikeli görüldüğü ülkede HD yayınlar, 3D yayınlar, kamera açıları, parlak görüntüler, hamasi spikerler, fanatik yorumcular derken bu dava da futbolun adaletiyle beraber kanalizasyona karışacak. Her türlü izan duygusunu kaybetmiş fanatikler takımlarına, büyük başkanlarına dokunulmamış olmasının mutluluğuyla ortada dolanırken, futbol dünyasının şaibeli aktörleri milyon dolarlarına kavuşmanın sevincini yaşarken, gerçek futbolseverler biraz daha tiksinecek tüm olan bitenden.
Londra isyanları boyunca gerek İngiltere basını, gerekse Türkiye basınının kendine şehirli orta sınıfın siyasal yönelimlerini belirlemeyi şiar edinmiş temsilcileri ısrarla isyancıların lümpenliğinden ve isyanların spontane ve şuursuz olduğundan dem vurdular. Ana akım medya bir argümandan bu derece, iman tazeleme derecesinde bahsediyor ve ısrarla kitleleri buna ikna etmeye çalışıyorsa, o argümanı bir kurcalamak gerekir. Zira medyanın insanların kafasında hiçbir kuşku kalmayıncaya kadar ısrar ettiği bir şey genelde başka bir gerçeği gizlemekte kullanılır. Medyanın sevdiği taktiklerden biri “gösterirken saklamak”tır. Bir şeyi o kadar çok gösterirsiniz ki kadraja girmesi gereken başka şeyler ortadan kaybolur. Bu yüzden de ana akımın dayattığı “gerçekler”, argümanın kuvvetliliğiyle değil, sunulma frekansıyla ölçülür.
Orta sınıfın favori gazetelerinden Milliyet bugün alevli bir koca sürmanşetle çıkmış: ?Sopalı Türkler kahraman oldu?. Bu başlıktaki ?kahraman? ve ?Türk? anahtar kelimelerinin Beyaz Türkler?in Tanıl Bora?nın daha evvel tarif ettiği cinnet hâlini nasıl gıdıklamaya yönelik olduğunu görmek için müneccim olmaya gerek yok, zaten ben de basının motivasyonlarını dün burada yayımlanan yazımda tahlil etmeye çalıştım. Bu nedenle oraya fazla takılmayıp esasa geçmek istiyorum. Bu sürmanşetten bahsetmenin nedeni ise bana bu yazının temel konusunu vermesi; Sopalı Türkler kimin kahramanı?