"Enter"a basıp içeriğe geçin

Yazar: Daghan Irak

Dünya Kupası’nın Unutulmaz 11 Maçı

1930 Arjantin - Uruguay1930 Final: Arjantin-Uruguay
İlk Dünya Kupası?nın finali iki komşu ülkenin karşılaşmasına sahne oldu. O yıllarda özellikle Olimpiyat Oyunları?nda büyük başarı göstererek dünya futbolunun zirvesine tırmanan, bu başarıları sayesinde FIFA tarafından ilk Dünya Kupası?nın ev sahipliğiyle ödüllendirilen Uruguay, 1928 Amsterdam Olimpiyatı?nda altın madalyayı kazanırken bileğini ancak ikinci maçta bükebildiği Arjantin?le karşılaşıyordu. Brezilya?nın daha ufukta gözükmediği, Avrupalıların ise ya imkânsızlıklardan ya da ilk kupayı fazla ciddiye almamalarından katılmadıkları bu kupada, bu maçın beklenen bir final olduğu söylenebilirdi. Diğer taraftan maçın Uruguay?ın başkenti Montevideo?da yeni açılan görkemli Centenario Stadyumu?nda oynanması heyecanı arttırıyordu. Maça kente neredeyse bir kol boyu uzaklıkta olan Arjantin başkenti Buenos Aires?ten de taraftarlar gelmişti. Bu karşılaşma Dünya Kupası finali olmasının yanında tam bir derbi maçıydı. Finalde ortam o kadar gergindi ki, iki ekip karşılaşmanın oynanacağı topta bile anlaşamamışlardı. FIFA yetkilileri, ilk yarının Arjantin?in, ikinci yarının ise Uruguay?ın topuyla oynanmasına karar verdi. Mücadeleye iyi başlayan ev sahibi ekip oldu. 12. dakikada soldan ceza sahasına gönderilen çapraz topa vuran Pablo Dorado, Dünya Kupası final maçlarının ilk golünü atmayı başardı. Ancak Arjantin durumu Peucelle?yle eşitleyecek, sonrasında da Stabile?nin güzel vuruşuyla öne geçerek ilk yarıyı üstün kapatacaktı. İkinci yarıda ise Cea ve Iriarte?yle öne geçen Uruguay, Stabile?nin direkten dönen şutuyla korktu; ancak bu kez de sahneye Castro çıktı. Kupada yalnızca açılış maçında forma giyen bu oyuncu finalde kendisine verilen şansı son dakikada da olsa iyi kullandı ve zaferi sağlama alan golü kaydetti. Altı gollü ilk final sonrası Montevideo uyumadı, ertesi gün resmi tatil ilân edildi.

(Öz)eleştiriye kapalıyız…

Türkiye, 2016 Avrupa Şampiyonası’nı düzenleme hakkını Fransa’ya kaybetti.

Aslında seçimin sonucu başından belliydi, Türkiye ile Fransa’dan biri kıl payı kazanacaktı. İki tarafın da güçlü ve zayıf yönleri vardı. Türkiye’nin adaylık dosyası Fransa’ya göre biraz daha iyiydi.

Sonucu son gün, son sunumlar ve nihayetinde oylama belirleyecekti.

Sunum işi gerçekten zorluydu. Çünkü yakın geçmişte (hatta uzağında da) TFF’nin başarılı bir iletişim kampanyasını hatırlamıyoruz. Aksine ?lütfen? gibi skandal bir kampanyaya, belki de bu memlekette karşımıza çıkmış çıkacak en sefil çalışmaya imza atmışlardı. Kendi içlerindeki iletişim krizlerini (Ersun Yanal’ın yarattığı gerginlikler, TamSaha’nın Arda röportajının Vatan’a dergi çıkmadan servis edilmesi, kulüplerle ilişkiler vs.) yönetemediklerini de biliyoruz. Oysa Fransa, bu noktada dünyanın en iyilerinden biri. FFF’nin, Fransa Millî Takımı’nın tanıtımı için, hakem alımları için ve fair-play’i özendirmek için yaptığı reklam kampanyaları tek kelimeyle şaheser. Dolayısıyla bu konuda Fransa’nın Türkiye’ye bir avantaj sağlayacağı, daha doğrusu Türkiye’den yana duran durumu dengeleyeceği belli gibiydi.

Ama bu kadar ağır bir fark da beklemiyordum.

Endüstri futbolu, halk düşmanlığıdır…

Futbolun dünyanın en popüler sporu olmasının çok basit bir nedeni var: Dünyada hiçbir oyunu oynamak futbol oynamak kadar kolay değil. Şurada kağıttan bir top yapsak ya da şu şişenin üstüne basıp ezsek hemen maç yapmaya başlayabiliriz. Futbolun sihri şuradan geliyor; herkes futbolun içinde yer alabiliyor. Dünyada herkesi içine bu kadar rahat alabilen başka bir oyun yok.

Bu durum futbolun modern bir spor hâline gelmeden önceki zamanlarında da var. 18. yüzyıl öncesinde futbol benzeri top oyunlarının İngiltere’de geniş çayırlarda aynı anda yüzlerce kişi tarafından, kurallara bağlı olmaksızın oynandığını biliyoruz. Zaten futbolu İngiltere’deki şehirlere taşıyanlar da bu köylüler. İngiltere’de endüstri devrimi sırasında şehirlerde ortaya çıkan iş gücü açığını doldurmak için göç eden ve dünyanın ilk işçi sınıfını da oluşturan yine bu köylüler. Yani futbol dediğimiz oyun işçi sınıfıyla beraber doğan, onun hayata getirdiği bir oyun. Lâkin endüstri devriminin ilk yıllarında haftada altı gün günde on sekiz saat çalışmak zorunda olan işçilerin şehirlerde kendi oyunlarına sahip çıkacak zamanları ve enerjileri olmuyor. Bu dönemde futbolu sahiplenen ve günümüzdeki kurallarına bağlayanlar İngiliz burjuvazisinin yaratıldığı kamu okulları. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar futbol hep bu okulların ve mezunlarının elinde devam etti. Tâ ki sendikal hareketler işçilerin çalışma ve yaşama koşullarını iyileştirmek için giriştiği mücadeleden sonuç alıncaya dek. Bu dönemde işçilerin çalışma saatleri haftalık 54 saate indirildi ve cumartesi yarım gün oldu. Böylelikle işçiler futbol sahalarına dönebildiler. Kamu okullarındakilere göre daha güçlü kuvvetli ve bu oyuna daha yatkındılar. Onların oynadığı maçlar daha çok seyirci çekiyordu. Bunda fırsat gören organizatörler işçilerin daha fazla futbol oynayabilmesi için fabrikada kaçırdıkları yevmiyelerin karşılığını ödemeye başladılar. Profesyonellik böyle doğdu. Kısa sürede profesyoneller, yani futbol işçileri oyuna yeniden hakim oldu. Futbolun yönetimi ise hep kamu okullarından çıkan burjuvazide ve oyuna sonradan sahip çıkan aristokraside kaldı. Bu bahsettiğimiz, futbolun daha doğuş yılları. Yani burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki sınıf çelişkisinin tarihi futbolda on dokuzuncu yüzyıla kadar uzanıyor.

Barcelona neden tehlikelidir?

Barcelona’nın rengini seviyor olabilirsiniz, Beguiristain’in ismi hoşunuza gidiyor olabilir, stadını beğeniyor olabilirsiniz. Sevdiğiniz biri Barcelonalıdır, sevdiğiniz biriyle Barcelona’da tanışmışsınızdır. Messi’nin futboluna bayılıyorsunuzdur, Guardiola’nın yeleğini seviyorsunuzdur.…

Debreceni: Macar Ligi’nin parlak rengi

Doğu Bloku?nun yıkılması pakta dâhil pek çok ülkede spor sisteminin köklü bir şekilde değişmesinde yol açtı. Özellikle Jozef Stalin döneminde Sovyetler Birliği?nde ve uydusu konumundaki diğer ülkelerde ?CSKA, Dinamo, Lokomotif? şeklinde vücut bulan ordu-polis-fabrika odaklı spor teşkilatı, senelerce başarılı ürünler verdi. Ancak Varşova Paktı dağıldığında hızlı bir şekilde serbest piyasa rejimine geçen ülkelerde bu yapı neredeyse ışık hızında dağıldı ve dengeler tamamen değişti. Yeni dönem sermayesini bünyesinde toplayabilen CSKA Moskova gibi kulüpler bu geçişi nispeten hasarsız atlatıp yollarına devam ederken, farklı ülkelerde geçmişin çok önemli kulüpleri neredeyse tarihe karışma tehlikesiyle yüz yüze kaldı. Honved, Ferençvaroş, Dukla Prag, Bohemians ve Dinamo Minsk gibi kulüpler günümüzde eski günlerini mumla arıyor. Onların yokluğunda devreye ise yeni kulüpler girdi. Komünist yönetim sırasında senelerce alt liglerde kendi yağında kavrulmaya uğraşan bazı kulüpler, yeni dönemde Şampiyonlar Ligi?nde ülkelerini temsil etme şansını bulabiliyor. Bu kulüplerden Unirea Urziceni ve BATE Borisov?u daha önce tanımıştık. Talihi sonradan açılan kulüplerin Macaristan?daki temsilcisi ise kuşkusuz Debreceni VSC ya da kısa ismiyle Debreceni, yani Debrecen.