Sabahın kör bir vakti çıktım St. Lazare Meydanı’na. Burası tam bir meydan sayılır mı bilemiyorum, St.Lazare Garı’nın önünden geçen iki koca caddeyi ve ortasındaki parka benzer boşluğu meydandan sayıp bir de üstüne garın adıyla taltif etme eğilimim var. Bütün bunları yaparken çantamdaki haritayı çıkarıp meydanın (meydansa tabii) gerçek adına bakmıyorum, sağdaki soldaki tabelalara da gözümü dikmiyorum üstelik. Neden dersen, turistmiş gibi dolaşmayı sevmiyorum Paris’te. Gerçi turist değilsem neyim peki, henüz beni fahri konsolos ilân ettiklerini hatırlamıyorum. Yani demek istediğim, çarşaf gibi haritayı orta yerde açıp en turistik yerlerin ve en iri kıyım Lafayette Mağazası’nın yerini arayan fotoğraf makineli tiplerden olmak istemiyorum. Paris, biraz biraz İstanbul’u andırıyor, sanki İstanbul’muş gibi dolaşmak hoşuma gidiyor. Üstelik Paris’te kaybolmak neredeyse imkânsız, oysa İstanbul’da insan ömür boyu yaşasa da bazen kendini kaybedebiliyor. Zaten kendimizi her an kaybedebilme olasılığımız bizi temelde İstanbulllu yapan. Bir de Paris’te turistler ezici çoğunluk, martılı ve kedili şehrimizdeki gibi haritayla gezenlere ?aha turiste bak? muamelesi yapılmıyor. Ama ben yine de Aziz Lazar’ın benim zorumla adını verdiği bu meydanda insanların bana ve haritama takılacakları paranoyasına gömülmüş durumdayım. Oysa kimsenin umrunda değil. Ama siii mösyö, benim umrumda işte.