Sabahın köründe, ismi lazım değil bir sahil kazasında belediye otobüsü beklerken buldum kendimi. Oysa ki böyle olmamalıydı, olmayacaktı. Ben bu saatlerde ya Leyla’nın kollarında uyuyor olacaktım ya da yüzümde dünyanın en tatlı gülümsemesi olduğunu zannettiğim şapşal bir sırıtış olacaktı. Ancak sabahın bu kör vaktinde, hem de hiç de tatil sezonu olmayan bu zamanda, sırt çantamla beraber otobüs bekliyorduk, bir de tabii o kazanın sakinleri vardı yanımızda. Tatil yerlerinde sürekli yaşayan insanlar bir tuhaftır, kışın hatta baharda giderseniz size yanlış zamanda gelmişsiniz gibi bakarlar. Aslında yaz mevsiminde de tuhaf bulmuşumdur hep kendilerini, o zaman da, sözgelimi denize girerken, sanki onların hayatının rutinine olağanüstü bir şey muamelesi yapmanızı garipserler. Ne var işte deniz burada, biz hergün giriyoruz, istesek kışın da gireriz (çorapla), ama senin gibi deniz topuyla, şezlongla, termosla gelmiyoruz, görmemiş herif. Evet, aynen böyle der gibi davranırlar, belki “görmemiş herif” demiyorlardır, ama diğerlerini dediklerinden eminim. Yani ben olsaydım derdim, hatta “görmemiş herif” de derdim.
Tatil yerlerindeki “oranın çocukları”nı yazın genelde kum ya da toz içinde, oradan oraya kendilerini tatile gelen muhallebi çocuklarından net çizgilerle ayıran, adeta profesyonel bir çeviklikle oradan oraya zıplarken ya da iskelede akrobasi yapıp suya ben denesem beynimi yaracağım stillerde dalarken görmeye alışkınım. Oysa onlardan biri annesiyle otobüs bekliyor yanımda, etrafta hiç okul görmedim, demek ki otobüsle bir-iki durak uzakta bir yerde okul, oraya gidecek. Çocukları sevmem demeyeyim ama oldum olası anlaşamam, çocukken de anlaşamazdım. Çocukken en iyi arkadaşlarım büyüklerdi, ki sanırım o zamanlar çocukların da benden fazla hazzetmemesinin nedenlerinden biriydi bu (hâlâ da hazzetmezler). Televizyonda haberleri izlemeyi severdim o zamanlar, kocaman bir dünya vardı dışarıda ve değişik insan, hiçbirini tanımıyordum ama zamanın ruhunun sokağa taşmak olduğunu çözeli epey olmuştu. Avrupa’nın bir sürü yerinde sokaklardaydı insanlar, Polonya’da Walesa, Litvanya’da Vitautas Landsbergis başa geçmişti. Bu sonuncusunun ismini özenle ezberlemiştim, büyüklerin yanında söyleyince acaip fiyakalı oluyordu. “Kimmiş bakalım Litvanya’nın başbakanı?” bizim evde “hadi bakalım amcalara pipini göster”in karşılığı olmuştu. Litvanya’nın başbakanının adını hâlâ hatırlıyorum gördüğünüz gibi ama buna karşılık hayatımın ilerleyen dönemlerinde öyle kimseye pipi gösterme şansını pek bulamadım, buna Leyla’yla geçirmem planlanan dün gece de dahil. Teşhirci olduğumu düşünmeyin, ama şanslı biri de değilim, eğer birinin yanında asgari çıplak kalma süresi gibi bir şey varsa, ben henüz o rakamın oldukça altındayım. Oysa dün gece için ne planlarım vardı.
Her şaşkın ördeğin mabaddan dalma huyu olduğu gibi, benim de hikayelere ortadan dalma huyum var. Ama siz şaşkın ördekle senkronize dalış konusunda eğitimli olmayabilirsiniz, bu eksikliğinizi hoşgörü ile karşılayıp, baştan anlatmak istiyorum. Dün sabah ben İstanbul’daki evimde sakin sakin kitabımı okurken aradı Leyla beni. Leyla’yla uzun süredir görüşmüyoruz, eğer benim bireysel olarak cereyan eden Leylasal hayallerimi saymazsanız. Günlerdir, haftalardır, aylardır hayal ediyorum Leyla’yı, yanında olmak istiyorum, benimle olsun diyorum, konuşalım istiyorum, acaip romantik anlar yaşayalım, fonda Barry White filan çalsın istiyorum. Bu hayaller genelde benim leyla olmama yol açıyor, ben leyla olunca hayaller haliyle daha gerçekçi bir hal alıyor, içimde bir Leyla enflasyonu oluşuyor, leyla olan ben ve benim hayali üretimim olan Leyla. Öyle fena çarpılmış vaziyetteyim Leyla’ya, o da bunun farkında fakat çaktırmamakta ve bana çarpılmamakta. İşte ne zamandan sonra aradı beni, sesinde her zamanki buğu, buğuya parmağımla kalpler çizercesine romantik konuşuyorum Leyla’yla. Yarım saat süren ve ilan-ı aşktan asılmaya oradan ilan-ı aşka ring seferi yapan bir konuşma sonrasında -ki genelde ben konuşuyorum, o buğulu buğulu gülüyor-, “gelsene buraya, sıkılıyorum, beraber birşeyler yaparız” diyor. Hayatımın önemli bir bölümünü Leyla’nın ağzından konuştuğum hayallere hasrettiğim için şaşalıyorum, acaba kaptırıp kendim mi söyledim bunu, ama yok Leyla gülüyor karşımda ben sessiz kalınca. “Konuşabilecek misin?” diye soruyor, ben “gelebilirim” diye cevap veriyorum, ağzımdan daha alakasız bir şey de çıkabilirdi, neyse ki konuşmanın on saniye kadar önceki kısmına dair bir şey söylemiş oldum. “İyi peki gel hadi” diyor, “buraya nasıl gelindiğini biliyor musun?”. Kafayı az öncekine kıyasla hayli toparlamış olan ben orası neresi onu bile bilmiyorum ki! Sonradan öğreniliyor ki Marmara’nın güney kıyılarında bir sahil kasabasıdır sözkonusu olan, önce deniz otobüsüne binilecek, sonra belediye otobüsüyle Leyla’ların oraya varılacak. Babasının evi varmış orada ama İstanbul’daymış kendisi. Helal olsun sana be Leyla’nın babası!
Deniz otobüsü dünyanın en tuhaf aracı, uçağa benziyor, buz gibi, görünüşe bakınca kutup çocuğunun önde gideni ama hava azıcık bozsa topunu alıp evine gidiyor. Hele İstanbul’umun lodosunu hiç sevmiyor, haspa, tamam biz de biraz baş ağrısı yapıyor ama biz işe gitmemezlik etmiyoruz lodos esti diye. Neyse ki Leylam’ın şerefine rüzgâr yok, hava aşkıma kavuşmaya müsait. Sırtımda sırt çantası, heyecandan ne koyacağımı bilemedim, çok boş görünsün istemedim, tıktım birşeyler içine. Leyla’nın yanında giyinik durasım yok ki giysi alayım, mayo aldım belki yüzeriz diye (evet, Kasım ayında, ne bileyim yahu), sonra çıplak yüzeriz seksi olur diye düşündüm ama ne olur ne olmaz diye yine de aldım mayoyu, yine de mayom olup olmadığını sorana kadar renk vermeye niyetim yok, Kasım ayında bile olsa Leyla’yla çıplak yüzme ihtimalini gözardı edemem.
Buz gibi deniz otobüsü her zamanki gibi yavaş geldi bana, zaten bana kalsa hayalgücüyle uçarak gideceğim. Neyse ki planlanan saatte vardık, otobüsü de şak diye buldum, herşey yolunda. Herşeyin yolunda olmasını severim, eğer bir gün sabahtan başlayarak herşey düşeş gidiyorsa büyük ihtimalle öyle de sona erer. Aynı şekilde sabahtan iki üç tane küçük aksilik birbirini takip etmişse, hiç zahmet etme, o gün başına bir felaket gelecektir, yat uyu. Bugün harika gidiyor, Allah bozmasın. Hayatım boyunca şanslı bir adam olmadım, bugün Leyla tüm şanssızlığımı tarihe gömecek diye umuyorum.
Tabii ki umduğum gibi olmadı. Leyla’yla bütün gün dolaştık, güzel güzel konuştuk, ben ziyadesiyle saçmaladım, Leyla daha çok güldü. Akşam evde şarap açtık, ben nefret ederim beyaz şaraptan ama çıkıntılık yapmaya niyetim yok, içtikçe daha koyulaştı muhabbet, yani ben daha ağır saçmalamaya başladım. Sarhoş olup sızma riskine karşı Leyla’ya hislerimi daha romantik, hatta yer yer erotik tonlardan açmam gerek. Hayallerimden bir demet sundum kendisine, hoşuna gittiğini hissettim ama renk vermedi, gülümsedi. Ben daha damardan sonda çalışmalarına girişirken, uykusu geldi Leyla’nın, al işte durup dururken aksilik çıktı. Saat geceyarısını geçti, uğurlu gün demek ki saat hesabıyla ölçülüyor, geceyarısı geçti mi yeni bir gün hasıl oluyor, uğurlu gün veda ediyor. Ne denir ki, ben bu Sinderella kompleksli talihin içine edebilirim ancak.
Nitekim Leyla’nın esnemeleriyle başlayan yeni günün pek matah bir gün olacağı belliydi. Uyumadı Leyla ama tatlı tatlı Tonguç’u anlattı bana. Tonguç’un adını bilmiyordum evvelden, bilesim de yoktu, kendisini de üstünkörü biliyordum. Daha teferruatlı öğrenmiş olduk, harika oldu neme lazım. “Tonguç buraya en son geldiğinde…” diye başlayan cümleler dizisini, Leyla’nın hayatındaki Tonguç medeniyeti izleri adlı yürek kakıcı belgesel tirad izledi. En son Tonguç’un buralı akrabalarından ikisiyle bugün tanıştığımı öğrendiğimde dayanamadım, “ya bana onu anlatmasana, seni seviyorum, niye yapıyorsun bunu, dinlemek istemiyorum” diye kükremiş bulundum. Tamam, o anda yapılacak en iyi şey olmayabilir ama kabul edin ki o an ne yapsam boştu zaten. Onu sevdiğimi bildiği, bunun çok önemli olduğu ama Tonguç’un sevgilisi olduğu ve onu sevdiği beynime kaktırma yöntemiyle sokuldu, bunu tarafımdan icra eden edilen ağlama, yalvarma, kızma ve sonra tekrar yalvarma seansları izledi. Kendime saygı konusunda göstergenin negatif tarafında daha önce görmediğim yerlere gittiğimi söyleyebilirim, bir ara artık o kadar dibe indim ki vurgun yemiş bile olabilirim.
Sabaha karşı tükenmiş olarak ayrıldım Leyla’nın evinden, onu bana bir şans vermeye ikna etmeye çalıştığım son bir buçuk saatte Leyla’nın çoktan sızmış olduğunu da sözlerime eklemeliyim. “Hoşçakal” demeden gitmeye karar verdim, gerçi sızmış bir Leyla’ya edilecek vedanın etkisi de tartışılırdı zaten ama önemli olan kalan son gurur zerremin o anda bir halta yaramış olmasıydı. Zaten elimde turuncu paraşüt mayo ve kıytırık diş fırçasından mütevellit sırt çantası sakinleri bir de azıcık gururum kalmıştı. Diş fırçasını çıkmadan kullandım, mayo takdir edersiniz ki oldukça işlevsiz kaldı.
Ve işte buradayım. Otobüs gelmemekte inat ediyor. Sırtımda Leyla’yla yaşadıklarımın ağırlığı, Tonguç ve bilumum akrabasının yükü olduğundan, sırt çantamı ters olarak önüme astım. Başından beri bana uyuz uyuz bakmakta olan ve benden de çok parlak cevaplar almayan çocuk annesine “aaa anne, bak abi hamile” dedi, annesi çocuğa söylediğinin çok ayıp olduğunu belirtirken duraktaki diğer üç kişi gibi beni güzelce süzdü. Yaz mevsiminde olmadığımız için duraktaki tüm bakışlar -veledinki dahil- “ne arıyor bu herif burada?” mealindeydi. İşte o an nispeten daha az tuhaf buldum sahil kazası insanlarını. Sahi ne arıyordum ben burada? Yaz mevsiminde deniz topuyla gezmiyordum, görmemiş bir herif bile sayılmazdım. Oysa gerçekten pek bir şey görmüşlüğüm de yoktu. Çocuk hâlâ pis pis bakıyordu bana. Kendimi tutamayıp “Landsbergis” diye bağırdım. Çocuk dil çıkardı. Annesi “yapma Tonguç” diye dürtükledi çocuğu, Tonguç “o başlattı” diye diretti. “Hayır” diye bağırdım turuncu paraşüt mayomu kafama geçirip sahile koşarken, “Hepsi Tonguç’un suçu. Leyla bile oldurmuyor insana. Hepsi Tonguç’un suçu işte.”
*başlık benim değil eric clapton’ın. gerisi için maalesef clapton’ı suçlayamıyoruz. dileyenler tonguç’u suçlayabilir.
gülümseyerek ve soluksuz okudum.
bir roman yazsan kaç saatte biterdi diye düşündüm. harikasın