Gönlümden kopan bu açık mektupla karşındayım. Niye bu mektubu yazıyorum, çünkü futbol hakkında ne yazacağımı bazen gerçekten bilemiyorum. Bütün haftayı öykü yazarak geçirdim ve mutluydum; lakin Cuma gelince sevgili Mithat yine yüzüme ?abi yazı?? der gibi bakmaya başladı. Açıkçası bu sayfaları futbola dair güzel şeylerle doldurmak istiyorum ancak yaklaşık bir senedir güzel neden bahsedeceğimi bilemiyorum. Bir arkadaşım benim futbol yazılarımı okurken azarlandığını hissettiğini söyledi. Üzüldüm tabii, zaten az arkadaşım var, onları da mümkün mertebe azarlamak istemem. Ama hakikaten futbola dair bizi mutlu eden ne kaldı? Keşke bulsak da, hep onlardan bahsetsek. Gel beraber düşünelim.
Alex gitti. Son dönemde başımıza gelen en güzel şeydi belki onun sahalardaki varlığı. Futbolundan filan bahsetmiyorum. Herkesin birbirini gırtlaklamak için bahane aradığı bir ortamda, herkesin saygı duyabildiği bir futbolcu, bir büyük takım kaptanı olabildiği için onun varlığına minnettarım. Giderken yaptığı basın toplantısı, Alex?in neden çok özel bir adam olduğunu bir kere daha hatırlattı. Kimseye çemkirmedi, bağırmadı, ama anlatmadığı eksik bir şey de bırakmadı. Son birkaç senede başkanla ve teknik direktörle yaşadığı sorunları, kaç kere ayrılma noktasına geldiğini, kırgınlıklarını… Yer yer kendi öz eleştirisini de yaptı. Yaşadıklarını kulüpte olduğu süre içinde bir muhabire anlatsa ortalığı karıştırabilir, karşılığında da Fenerbahçe?de dokunulmazlık kazanabilirdi. Ancak belli ki hiçbirini aklından çıkarmadığı bu olayları sözleşmesini fesh ettikten sonra anlatmayı tercih etti. Anladık ki Alex tek başına, büyük kulüplerin hepsinden (belki de toplamından) daha kurumsal. Ne kulübe zarar verdi, ne kendi kişiliğinden ödün verdi. İki saat boyunca Alex?i dinlemek güzeldi, hele ki basın mensuplarının gözünün içine baka baka yazdıkları yalanları açıklarkenki o soğuk kanlılığını izlemek. Biz Türkiye?de olduğu süre içerisinde Alex?in hep bizden biri olduğunu düşündük ama giderken gösterdi ki kendisi bize hâlâ birkaç numara büyük geliyor. Bu yüzden onun varlığı Türkiye?nin spor ortamı için bir ayrıcalıktı. Şimdi biraz daha eksiğiz, mevcut arazlarımız yetmiyormuş gibi.
Bir de Quaresma meselesi var. Geçen hafta ?Alex?i Quaresma?yla karıştırmayın? diye yazmıştım, sağolsun kendisi de bu savımı kanıtladı bu hafta. Ama önce Sezar?ın hakkını Sezar?a verelim. ?Beşiktaş Quaresma?yı affetti? cümlesi daha baştan yanlıştı. Çünkü Quaresma affedilmesi gerekecek bir kabahat işlemedi. Bir insanın karşılığında emeğini sattığı kontratta yazan ücreti talep etmesi suç değildir. Sözleşmeci topluma geçeli neredeyse üç yüz sene oluyor, hâlâ bunları konuşmayalım bir zahmet. Quaresma, o sözleşmeyi Beşiktaş yönetiminin şakağına silah dayayarak imzalamadı. Yeni yönetimin sözleşmeyi eski yönetim imzaladı diye mızıkma gibi bir hakkı da yok. Nasıl ki eski yönetimin kazanımlarını, mesela devletten kopardığı vergi aflarını kucaklıyorsanız, imzaladığı sözleşmelere de uymak zorundasınız. Kurumların devamlılığı ilkesinin de kafadan bir üç yüz yılı var. Bunu arada bir yerde öğrenmiş olmanız gerekirdi. Diğer taraftan Quaresma?yla yönetim arasındaki af-ücret indirimi pazarlığı tam komedi. Siz Quaresma?yı ücretini indirmedi diye takımdan kesip üç maç üst üste kaybedince ağlaya ağlaya ?tamam barışalım o zaman? yapıyorsanız, adam da size trivelanın hasını yapıp ?e hadi şimdi de ben gelmiyorum? diyebilir. Herkesten Alexvari kurumsallık beklemeyeceksiniz, hele sizde onun esamisi okunmuyorsa.
Milli takımı da pas geçmeyelim. Taktik işlerine hiç girmiyorum. Başkanı Yıldırım Demirören olan, son iki yıldaki en büyük icraatları bir adet şike dosyasını taca atmak, televizyon şirketi öyle arzu etti diye hikayeden playoff oynatmak, bir de futbolun çekirdeğini oluşturan ?herkes için futbol? çalışmalarının bütçesini budamak olan bir kurumun vesayetindeki bir takımın herhangi bir rakibe yenilmiş olması benim gündemimde fazla bir yer işgal etmiyor. Bir kurumda sisteme benzeyen her şeye uçan tekmeyle girişip sonra da ?niye başarısız olduk? diye düşünmek de bir üst paragraftaki gibi biraz arkaik bir yaklaşım. Başarısız oluyoruz çünkü bir işi yapılması gerektiği gibi yapmamak gibi bir ısrarımız var. Es kaza başarılı olduğumuz zaman devamı gelmiyor, çünkü değirmeni hep taşıma suyla döndürüyoruz. Milli takımdan sıkılanlar için hikayeyi izninizle ileri sarayım. Brezilya?ya gidemeyeceğiz, Abdullah Avcı?nın sözleşmesi fesh edilecek, kariyerli bir yabancı hoca getirilecek, sonra sistemsizlikle adamı delirteceğiz, hayata küsüp takımı çayıra salacak, onu da göndereceğiz, sonra muhtemelen yine Fatih Terim gelecek. Araya bir başarı girerse girecek, bin yıl kadar ondan bahsedeceğiz. Sisteme dair bir değişiklik olmayacak. Sonra yine başa döneceğiz. Arada belki kaptan basın mensuplarına hareket filan çeker, oyalanırız.
Sevgili okur, gördüğün gibi ben istediğim kadar güzel şeylerden bahsetmek isteyeyim, durum pek parlak değil. On sekizinci yüzyılda ortaya çıkmış kavramları belleyememekten kaynaklı sorunlarla filan uğraşıyoruz. Hayır, o dönemde olan biteni bu kadar kavrayamamışken, aynı modernitenin ürünü futbolu nasıl öğrendik, orası da muamma. Ben maalesef bunları çemkirmeden yazamıyorum. Lütfen idare etmeye çalış.
Yine de güzel şeyler yaratabileceğimize inanmak mümkün. Bize sunulanı, daha doğrusu iteleneni reddederek, yeni bir şeylerin peşine takılmak da bir çözüm. O çok parlak, o para içinde yüzen, o kabar kabar kabaran futbol işte anlattığım ilkelliklerin içinde yüzüyor. Biz ne yapsak bundan iyisini yaparız, yeter ki başka bir şeylerin mümkün olduğuna inanalım.
Gel istersen bugün başlayalım bize zorla kabul ettirilmek isteneni reddetmeye. İşe bir arkadaşımıza, kendilerine benzemiyor, o üzerinden para ve güç kazandıkları cinsiyetçi futbol normlarına uymuyor diye hakemlik yaptırmak istemedikleri Halil İbrahim Dinçdağ?ın yanında durarak başlayalım.
Bugün saat 17?de Beyoğlu Yeşil Ev?de Dinçdağ ve diğer dostların yanında buluşmak dileğiyle mektubuma son veriyorum. Sağlıcakla kal sevgili okur.
İlk Yorumu Siz Yapın