Okumaya başlamadan önce uyarayım; dersiz, topsuz, taktiksiz, varyasyonsuz, bloklararası bağlantısız, kopuk, eklektik ve yer yer lirik bir Dünya Kupası değerlendirmesi okuyacaksınız. Üzerimde kupadan dört yıllığına ayrılmanın burukluğu ve yeni âşık olmuş olmanın gamsızlığı var, af buyurunuz.
Lafı dolandırmadan son söyleyeceğimi ilk baştan söylüyorum. Benim bu kupadan anladığım şudur; herkes Dünya Kupası?nı hayata baktığı yerden görür. Aslında futbol zaten genel olarak böyledir de, Dünya Kupası?nın özelliği herkesin bir şekilde içine dâhil olması. Yani Dünya Kupası, aslen futbol-hayat ilişkisinin kamuoyu yoklaması. Hele kupa Güney Afrika?da yapılınca hayatın yansıması daha da belirgin oldu. Üçüncü Dünya, sömürgecilik, ırkçılık, göç, fakirlik, zenginlik, adalet(sizlik) hepsi içine girdi, koca bir hamur oldu, beynimizi doldurdu. İşte hayata bakışımızı gösteren, o hamurdan ortaya çıkardığımız mamul. Kafamızı taktığımız meselelerden, tuttuğumuz takımlara kadar her şey bunun içinde.
Öncelikle ağrılı taraftan başlayalım. Bu büyük organizasyonların, kupaların ve olimpiyatların, ev sahibi olanlara faturası hem yüklü, hem de adaletsiz dağılıyor. Bir gün birileri kalkıyor, ?haydi aday olalım? diyor, bir şamata, bir halkla ilişkiler kampanyası, koca bir halk ödeyemeyeceği faturanın altına imzayı güle oynaya atıyor. Bütün organizasyon, birilerinin kârı, öbürlerinin de yükü omuzlaması üzerine kurulu. Bu yüzdendir ki, organizasyon komitesinin sayın başkanını, pek sayın sponsor abileri, ?kupa başlayacak, dağılın? diye Apartheid?dan miras teneke kutulara sokulan Güney Afrikalılardan daha sık gördük ekranlarda. Tıpkı Pekin?de ucuz işçileri, Vancouver?da katledilen fokları göremediğimiz gibi. Bu bir şeyleri gösterirken diğerlerini saklama meselesinden bizim Jimmy Jump bile finalde payını aldı. İspanya?ya dair her mevzuda sahneye atlayıp dalgasını geçen bu adamcağız paket yapılırken biz ekranda şortunu çeken oyuncuları izliyorduk. O sırada tabii, bu maçı bizim gibi memleketin TV?sinden izleyenlere bu olay aktarılırken, çizilen tablo 1972 Münih?le, ETA?nın 2004 Madrid saldırısı arasında bir yere tekabül ediyordu. Yalçın Abi, Cimi, Cimi, Yalçın Abi, hav du yu du, nays tu mit yu.
Faturaya dönersek, Güney Afrika?nın bu kupayla ilgili en iyimser ekonomik tahmini bile özetle ?yengenin altınları da sayarsak denkleşir? noktasına çıkıyor. Organizasyona talip olurken yapılan projeksiyonlarda stadyumların altından hep petrol fışkırıyor da nedense çıkan hesap sonunda pek öyle olmuyor. Yapılan stadyumların ne olacağının bilinmezliği de cabası. Sevgili Mustafa Taha?nın yorumunu olduğu gibi alıntılayayım hemen konuyu kaparken; ?kriketçiler de istemiyormuş stadyumları, bari sahalara fidan diksinler.?
Turnuvanın bizim memlekete yansıtılış biçimi de az adaletsiz değildi. Buram buram hiyerarşi kokan yayınlar izledik. Vuvuzelanın sesi itinayla filtrelenirken, artan desibel yorumcu/işadamı abimize devredildi, böylelikle kendisinin Asya ve Afrika takımlarını aşağılarken attığı kahkahalar da bilinçaltımıza dürtülmüş oldu. Ben vejetaryen olduğum için, hamburger şirketinin sahibinden de muaf kalabilirim sanmıştım oysa…
Futbola gelirsek, ben bu kupada en çok küçüklerin bir şeyler yapabilme ihtimalini sevdim. Belki yapamadılar ama kabara kabara gelen büyüklerin de çoğu kös kös evlerine döndü, oh olsun. Premier Lig müritlerinin kupa başlamadan çok önce uzak ara şampiyon ilân ettiği İngiltere?nin, ancak Slovenya?nın işgüzarlığıyla tur geçebildiğini, sonra da kuyruğu kıstırıp evine döndüğünü gördük ya, yeter. Amerika?nın, Almanya?nın düzgün işler yaparak yükselişini izledik. Sesini çıkarmadan işini yapan dört teknik direktörün takımlarının ilk dörde yerleşmesi de ayrı bir güzellikti.
Velhasıl-ı kelam, yine baktığımız yerden gördük, gönül gözümüzün gördüğünce sevdik Dünya Kupası?nı. Afrika?ya burun kıvıranlara inat Gana?yı, takım elbiseli Afrikalılara karşı sokakta kalanları tuttuk. Amerika?yı da, Kuzey Kore?yi de bir ve eşit sevdik, herkesin gerçekten eşit olabileceği günlerin hayalini kurarak. Nasılsa futbolda hayallere hep yer var, zira top yuvarlak, her ne kadar üreticileri falsosunun dozunu kaçırıp ahlakını bozmuş olsa da. Belki de Jabulani?nin falsosu, elinde üretildiği çocukların hayallerinin uçarılığındandır, kim bilir.
* 16 Temmuz 2010 tarihli Taraf Gazetesi’nde, “Ters Kanat” isimli köşemde yayımlanmıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın