Bu yazının yazıldığı tarihte Türkiye Erkekler Basketbol Ligi’nin şampiyonu henüz belli değildi. Önemli de değil, final serisini kim alırsa alsın, kabul edilmesi gereken bir gerçek var. Beşiktaş bu sezonun en başarılı takımı. Hem bir Avrupa Kupası kazandılar, hem de Türkiye’de dengesiz kadroya rağmen sonuna kadar müthiş mücadele ettiler. Bunun altını çizelim ve emeği geçen oyuncuları ve teknik kadroyu kutlayalım.
Lâkin…
Bundan yaklaşık sekiz ay önce, NBA’da lokavt bittiğinde ve Beşiktaş takımının her şeyinin üstüne bina edildiği Deron Williams Amerika’ya döndüğünde şöyle demiştim; ?Bu takımın ciddiye alınacak bir tarafı yok.?
Takımın başarılı olması, o zaman bana bu cümleyi kurduran sistem bozukluklarının bir tanesinin bile giderilmediği gerçeğini değiştirmiyor. Beşiktaş Milangaz hâlâ Demirören ailesinin parayı bastırıp getirdiği yıldızların üzerine kurulu bir takım. Buradan diğer oyuncuları yok saydığım sonucu çıkarılmasın, onu yapan ben değilim, bir-iki yıldıza yüz binlerce dolar yatıran zihniyet.
Hatırlayalım… Geçtiğimiz yıl aşağı yukarı bu günlerde Beşiktaş Basketbol Takımı’nın oyuncuları Bekir Yarangüme, Serhat Çetin ve Cüneyt Erden kulübe çağrıldı ve yaz aylarında noter eşliğinde zorla günde üç antrenmana çıkarıldı. Sırf antrenmanlara gelmesinler de sözleşmeleri otomatik olarak iptal olsun diye.
O oyunculardan Serhat Çetin, bugün Beşiktaş’ın görünmez kahramanı. Türkiye Kupası’nın en değerli oyuncusu olmakla kalmadı, kısıtlı yerli rotasyonunun da en değerli parçası oldu.
Serhat’a bu işkence çektirilirken arkasında kimse yoktu. Çünkü o günlerde Deron Williams’ın gelişi kutlanıyor, Kobe Bryant için başkan Demirören’in gözünün içine bakılıyordu.
Aynı Deron Williams lokavt bitip ülkesine döndüğünde, herkesin gözü yine Demirören’deydi. Nitekim, o da şubenin içinde yüzdüğü borca bakmadan parayı bastırdı, ?çıldırt bizi başkan?cıların gönlüne su serpti. Bu bağımlılığı ve bu bağımlılıktan doğan biat kültürünü reddeden taraftar ise dışlanıyor, zaman zaman maç sonralarında oyuncularla kucaklaşmaları bile Ergin Ataman tarafından engelleniyordu.
O günlerde ne diyordu Ergin Ataman, hatırlayalım: ?’Bu takım varsa bunun tek bir sebebi vardır. Bunun tek nedeni, Demirören ailesidir. Demirören ailesi bu takıma destek olmasaydı ne Deron Williams’lar ne Morrison’lar, Arroyo’lar, ne Mensah Bonsu’lar olurdu.?
Ergin Ataman yerden göğe kadar haklı. Bu takım Yıldırım Demirören’in babasının malıdır! Bu takımın azıcığı Beşiktaş’sa, çoğu Milangaz’dır!
Bu takımın Beşiktaş olan kısmına saygım sonsuz. Yazın ortasında bela okuyup sözleşmesini yırtmayan Serhat’a, Mehmet’e, Can Akın’a, yaşına bakmadan dakikalarca boğuşan Kartal’a, Barış’a, Adem’e sempatim büyük. Yukarıda alıntıladığım cümlelerini ömür boyu unutmayacak olsam da koç Ataman’ın emeğini de ayakta alkışlarım.
Bu sene bence Beşiktaş şampiyon olur. Ama taraftarın yanıtlaması gereken bir soru var. Bundan sonra Beşiktaş’ı mı tutacaklar, Milangaz’ı mı?
Süleyman Seba bu kulübün başkanlığından kovulur gibi gönderildiğinden ve Beşiktaş’ın ruhu sermayeye tutsak edildiğinden beri, kulüpte çok şey değişti. Ben bu değişikliklerinin bir kısmına semtte, Fulya’da, Yıldız’da, Köyiçi’nde; İnönü, Fetgeri, Süleyman Seba tribünlerinde, bir kısmına uzaktan şahit oldum.
Borç, harç, saçma sapan transferler vs. tamam da, bence Beşiktaş’taki sermaye zihniyetinin en kötü sonucu bir kısım taraftarı dönüştürmesi oldu. Güce, başarıya, kupaya tapan, daha önce Beşiktaş’ta görüp bilmediğimiz bir tür taraftar peydah oldu.
Ben bunlara ?çıldırt bizi başkancılar? diyorum. Bunların çıldırması için Beşiktaş yetmiyor; Guti, Q7, Arroyo, Williams, kupa, çanak, çömlek gerekiyor. Serhat’mış, kapatılan kadınlar basketbol şubesiymiş onları ilgilendirmiyor.
Hiç lafı dolandırmayalım, bunlar Beşiktaş’ı değil, sponsoru ve sabık başkanı tutuyor. Çünkü onların ihtiyacı olan şeyi, onlara sağlayan bu çarpık yapı. Nasıl Quaresma, Simao geldiğinde genç oyuncuların fona satılması, kulübün borca batması umurlarında olmadıysa, şimdi de basketbol takımının aynı kadere yürüyor olması umurlarında değil. Onlar kupa istiyor, onlar üzerinde laf sokmalı slogan yazan tişört istiyor, onlar Fenerli’ye Cimbomlu’ya koymalı doldurmalı laylay çekmek istiyor. Son zamanda isterileri öyle bir hâl aldı ki, Yiğiter Uluğ gibi bu ülkede spor basınının nirengi noktası olan bir insana bile dil uzattılar, düşünün.
Bunların gücetaparlık krizleri Türkiye’de ilk değil. Son otuz yılını militarist ve neo-liberal iktidarlarla geçiren bir ülkede son da olmaz. Beni ilgilendiren onlar değil zaten.
Beni ilgilendiren asıl Beşiktaşlılar. Yani en başta Serhat gibilerin emeğinin hakkını verecek olanlar, birileri maaşlarını alamazken öbürlerine milyonlar yağdırılmasını sindiremeyecek olanlar… Beşiktaş’ı sevinmek için sevmeyenler…
Onlar ne yapacaklar? Beşiktaş’ı sermayenin boyunduruğundan nasıl kurtaracaklar? Beşiktaş bir gün kupa aldı diye kulübü milyonlarca lira borca sokan ailelere minnet duymaktan kurtulabilecek mi? Ya da şöyle diyelim, şimdi yenilen hurmaların faturası -aynı futboldaki gibi- geldiğinde, Arroyo’lar gidip Serhatlar kaldığında bu takımı kim omuzlayacak?
Milangaz taraftarı için şimdi bunları söyleyenleri ?telefonu aç, Carlos Arroyo!? diye taciz etmek kolay da, yarın telefonu açan icra memurları olduğunda gerçek Beşiktaşlılar ne yapacak?
Beşiktaş nasıl kurtulacak?
Bu sorunun cevabını da dilerseniz haftaya arayalım.
Enfes bir yazı, harika bir bakış açısı üstad
Sevgili Dağhan, endüstriyelleşen sporun zaafiyetini ortaya güzel koymuş, hakkı yenen sporculara destek olmuşsun, ve çarpıklığı göstermişsin. Basketbol özellikle de müesseselerin kulüplere sponsorluğu ile ‘güçleri birleştirdi’ ve 10 yıl öncenin basketbolundan farklı bir yapıya bürünüyor. Bu da bu işten reklam yapmak isteyen ‘başkan’lara yarıyor. Erdoğan Demirören örneği bu sistem içinde bir kanadı temsil eder iken, Ünal Aysal örneği de farklı bir ekolü temsil ederek, yarı final ilk maçında yıllar evvel şampiyon olmuş sporculara şilt verirken kulübünün gelenekselciliğne, basketbol severliğine dem vurmaya çalışıyor, gel gelelim, kulübünün yakın tarihinde bir tane bile basketbol salonu olmadığını, henüz yakın zamanda skandal olaylara karıştığını futboldaki şampiyonluğun da popülerliği ile es geçirtebiliyor, uzun vadeli koç kontratları ile de vakit kazanabiliyor. Sonuç olarak akıllarda, ‘Ünal Aysal çok kaliteli adam, eskileri unutmuyor’ kalıyor. Aslında senin yazına da eleştiri getirmek gerekirse, bugün Milangaz’da, dün Ülker’de oynayan Serhat Çetin’i emekçi olarak görmek de benzer bir şekilde çukur kaşıkla kazmaya benziyor. (bu konu geçtiğimiz günlerde E.Belözoğlu özelnde de tartışıldı sanırım) Senin geçmiş yazıların, dikkat çektiğin konular, ve master tezini değerlendirdiğimizde tabii ki Ünal Aysal gibi yapay gözükmüyorsun. Ama Serhat Çetin’i veya Faruk Süren’in basketbolculuğunu unutmayarak aslında hiçbirşeye sahip çıkmıyor, sadece sistem içinde kendimize yer bulmuş oluyoruz. Senin yerin düşünen spor yazarı iken, Ünal Aysal’ınki gelenekçi başkan, Demirören’inki de Beşiktaş’ın sahibi oluyor. Bence eleştirilerimizi derinleştirmek uğruna, Beşiktaş taraftarını veya GS ve FB taraftarlarını tek bir bütün olarak ele almadan değerlendirmek gerekiyor. Şu an var olan spor-kulüp-taraftar üçgeni modelinde taraftara biçen rol bahsettiğin politikalar nedeniyle sadece müşteri ve tribün süsü olması. Bu düzende Beşiktaş’ın ‘sevinmek için sevmeyen’leri taktığın gözlüğe göre ‘çıldırt bizi başkancılar’ olarak da gözükebiliyor. Çünkü konulabilecek tepkinin önünde birden fazla set var. Tribünde polis, kulüpte başkanın adamları, kongrede yeni üyeler, televizyonda endüstriyel futbolcu yazarlar, ve en nihayetinde ‘gücüne güç katanları’ sevmeyen merkezi güç ile taraftarın yolları tıkanıyor. Bir başka deyişle, iş taraftarın mantalitesi ve ideolojisinden çıkıyor, duyarlı olanları ve hatta senin gibi keyifli yazılar yazan bir spor yazarını bile Beşiktaş’ın 10 basketbolcusunun saha içi direnç esnekliğini yazmak yerine Serhat Çetin’in emeği , maaşını destekleyecek köşeye sıkıştırıyor. Bunu yaparken de ‘bizler ve onlar’ belirginleşip, ‘onlar’ gözde büyüdükçe büyüyor. İşin en kötüsü en sonunda , senin de yazının dahilinde olan bir üslüpla, sanki taraftarın hiç kültürü kalmadı, veya yeni kültür aşınmış, sporu ve bizi bitirecek bir kültür gibi sunuluyor. Ama şu da gözden kaçıyor. Bugün Demirören, Federasyon Başkanı olduğunda hiçkimsenin zerre kadar güvenmediği bir kişiyse burada ‘sevinmek için sevmedikçilerin’ hala ‘çıldırt bizicilerden’ daha çok sayıldığını ve direnişinin devam ettiğini gösteriyor. Beşiktaş taraftarı ekseninde direniş üst sınıf için fikir, alt sınıf için kabuğuna çekilme olarak uygulanıyor. Tribündeki omuz omuzalar aslında gerçek hayatta anlam ifade etmiyor ve herkes kimin ne olduğunu ve ne olabileceğini çok iyi biliyor ama zaman kolluyor. Yazın için teşekkürler, umarım katkı sağlayabilmişimdir.
İnsan kendi yorumunu okurken de bazı noktaları netleştirmesi gerektiğini anlıyor. Senin yazında bahsettiğin gibi Beşiktaş’lıları ikiye ayırmanın doğru olduğunu aslında yineledim yorumumda. Ama sanki sen yapmıyormuşsun gibi yazmış görünüyorum. Öyle değil aslında, doğru yolda giden bir yazı olduğunu ama genelde üstümüze gelen duvarlar nedeniyle bizi sürekli köşeye sıkıştırıp duvarları eleştirmek zorunda bıraktığını söylemek istiyorum. Aslında direncimiz de fena değil demek istiyorum. O yüzden Milangaz tribünlerinde Beşiktaş’ı da destekleyebiliyoruz.
Alper yorumun