1970’lerin sonunda, iflas eden kapitalist Britanya’nın sosyal çöküntüsüne karşı isyan bayrağını açan punklar, yarattıkları Kendin Yap (Do-It-Yourself veya DIY) (est)etiğiyle serbest piyasanın kendisi için ürettiklerini reddetmiş ve kendi kültür ürünlerini -ve tabii haberlerini de- kendisi üretmeye başlamıştı. Kuralsız gibi gözüken ama kendi içinde bir tutarlılığa dayanan ve kapitalizme -iktidara- teslim olmamayı şiar edinmiş bir hareketti bu. O güne kadar süje olarak görülen, mesajın alıcı tarafındaki edilgen insanın mesajı üretmeye başlaması, her türlü sosyal iletişimin biçimini sonsuza dek değiştirdi. Internet üzerinde tutulan günlükler, yani bloglar günümüzde Kendin Yap estetiğinin temsilcileri olarak karşımıza çıkıyor. Herhangi birinin, ücret ödemeksizin, özel teknik yeteneklere sahip olmasına gerek olmaksızın Internet üzerinde üretim yapmasını sağlıyor bloglar. Bu bakımdan da Kendin Yap’ın önemli koşullarını sağlıyorlar. Türkiye’de özellikle futbol alanında bloglar çok hareketli ve sürekli artan bir üretim var.
Serbest piyasanın sporun ve medyasının koşullarını belirlemesinden sürekli olarak şikayet eden biri olarak bloglara tabii ki karşı değilim. Ancak Kendin Yap’ı sahiplenirken, onu var eden ve omurgasını oluşturan etiğinin göz ardı edildiği noktada eleştirinin de başlaması gerekiyor.
Demek istediğim şu; eğer blog yazma faaliyeti samimi ve aracısız mesaj iletimi olmaktan çıkıp ego, kariyer ya da iktidar üretim aracı hâline gelirse o artık tâbi olduğu etiğin dışındadır. Blogun masraflarını çıkarmanın ötesinde gelir getirecek reklam almak, blog üzerinden spor medyasında kariyer inşa etmeye çalışmak, kendini “internet meşhuru” olarak görmeye başlayıp ego cilalamak, ahkam kesmek bu anlamda faüllü hareketler sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bunları yaptıktan sonra blogun masumiyeti de kalmıyor.
Blogta yapılan faaliyetin kişisel üretimden çıkıp bir gazetecilik ya da köşe yazarlığı faaliyetine dönüşmesi, blogu kendi etiğinin dışına çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda onu başka bir etik kodlamanın da parçası hâline getiriyor. Yani blogta gazetecilik yaptığınızda ve bundan şu veya bu şekilde çıkar elde ettiğinizde o işi gazetecilik etiğine uygun yapmanız gerekiyor. O blogtan size reklam aracılığıyla para geliyorsa ya da o blog sayesinde bir medya kuruluşunda kariyer yapıyorsanız, bilmem hangi ülkenin gazetesinde çıkan haberi kopyala-yapıştır yapıp kaynağı söylememe hakkınız yok. Çünkü birilerinin emeğinin üzerinden çıkar sağlamak demek bu. Ya da kendi ahkamınıza uymuyor diye bazı kaynakları gizleyip, diğerlerini kullanma gibi lüksünüz yok. Yaptığınız iş gazetecilik değilse, bunlara uymak zorunda değilsiniz. Hatta kasıtlı olarak çarpıtmak, manipüle etmek isteseniz bile kimse bir şey diyemez. Mabadınızın resmini çekip bloga koysanız ve altına “al sana maç yazısı” yazsanız bile hakkınızdır, blogun etiği zaten bu özgürlüğe dayanır. Ama yaptığınız işi bir gazetecilik faaliyetine dönüştürüp bu işten çıkar sağlamaya başladığınız an iş değişir. Türkiye’de genelde blogun masumiyeti ve özgürlüğü ile medyanın çıkarcılığı ve etik dışılığı sentezleniyor. Blog, kapitalizme ve onun üretimine karşı bir mevziyken, onun bir aracı hâline geliyor ve onu yeniden üretiyor. Birileri Marca’dan, Guardian’dan kaynak göstermeden aşırdığı haberlerin üzerinden kariyer yaptığında, reklam alıp para kazandığında arkadan gelenlere de kötü örnek oluyor. Korsan medyanın harbiliğinden korsan ticarethanenin çakallığına yatay geçiş yapıyoruz. Bu korsan ticaret mantığının oturması özellikle yeni kuşaklar için çok yoldan çıkarıcı. Zira geleneksel medyanın kapıları eş-dost-tanıdık-güzellikprezentabllık kodlarıyla açılırken, bloglar bu döngünün içine girmeye çalışanlara içine sığışılabilecek bir baca yaratıyor. Spor medyasının KPSS’si gibi bir şey yani. İşin zevki kalmıyor.
Tabii bu işi tüm samimiyeti ve doğallığıyla yapanları es geçmemek lazım. Özellikle işin içine 4-2-3-1, 4-3-3, 3-5-8, pis yedili gibi rakamları sokmayan, ahkam kesmeyen, büyüklük taslamayan, raconu bozmayan arkadaşları, mesela http://chaogrey.blogspot.com‘u severek izliyorum. Diğer taraftan işi gazetecilik etiğiyle ve gazetecilik gibi yapanlara da saygım var. Ama ikisi birbirine girince melanet çıkıyor, kuru-sulu karıştırınca çarpmakla kalmıyor, mide de bulandırıyor.
*26 Ağustos 2010 tarihli Taraf’ta yayımlanmıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın