Türkiye?de gazetecinin görevi dilini ısırmaktır. Bu memlekette kimseye eyvallahı olmayana değil, herkese eyvallahı olana gazeteci denir. Kulübün yöneticisine, patronun kankasına, fanatik taraftara ve daha kimlere kimlere hoş gözükmezsen aç kalırsın. Bu ülkenin gazetecisinin elini kolunu ekmek derdi bağlar. Gazetecilerin değil patronların, şirketlerin, kodamanların, siyasilerin at koşturduğu medyada her biri en az üç tensikat görmüş insanlardan artık editoryal özgürlük filan bekleyemezsin.
Ve o basın bloglara, blogculara muhtaçtır. Çünkü blogcunun gazetecinin aksine kimseye eyvallahı yoktur. Olmamalıdır…
Geçen yaz ?Bloglamak ya da Bloglamamak? başlıklı yazımda spor bloglarına kariyer basamağı gözüyle bakan, ana akım medyaya sıçramak için adım sayan, işi spor basınının KPSS?sine çeviren arkadaşları eleştirdim. Yazı yerine çok güzel gitti aslında, üzerine alınıp tartışmaya katılmasını beklediğim herkes sayfa sayfa yazı döşendi bloguna. Ana avrat küfreden bile oldu.
O zaman anlamayanlar için yine üzerinden geçeceğim, hiç sorun değil.
Türkiye?de medya özgür değil, gazeteciler de öyle. Her kelimemiz, her cümlemiz bize ekmeğimize mal olur mu diye düşünmeden yazamıyoruz. Ekonomi servisi patronun ihaleye gireceği sektörleri yazamıyor, politika muhabirlerine işleyemeyecekleri konuların listesi gidiyor. Sporun içinde de hem siyaset hem ekonomi hem de fanatizm var. Neye dokunsan elini yakıyor. Mecburen geliyor asparagas, gidiyor incir çekirdeğini doldurmayan maç yorumları… Kimse gerçek gazetecilik yapıp da aç kalmaya cesaret edemiyor.
Gazeteciler blogculara özeniyor. Onlar gibi olmak isteyip olamıyorlar. Çünkü işin ucunda kaybedilmemesi gereken ekmek var. Bir blogcu sayfasında istediğine saydırsın, ne okulundan atarlar, ne işinden ederler. Aynı şeyi gazetede yaz, elinde kartla turnikede kalakalırsın. Onun da acısını yaşayan bilir.
Ve ne tuhaftır, blogcular da gazetecilere özeniyorlar. Blogun özgürlüğünü, serbest stilden gelen orijinalliği ve doyuruculuğunu bir bordroya takas etmek istiyorlar. Gazeteci olunca ?yırtılacağına? dair sarsılmaz bir inanç var. Sanal âlemde şişen egonun acilen ana akım medyaya tahviline olan tutku da cabası. Tabii ki herkesi kastetmiyorum ama biliyorum ki bu söz de sahibini bulacak.
Yukarıdakileri söylerken kastetmediğim biri var. Bugün Türkiye?nin en popüler spor blogunun yazarı. Hukukum da var kendisiyle. Gazeteci. İlk yazıda da onu kastetmemiştim, şimdi de etmiyorum. Çünkü o blogcu değil, gazeteci.
Ve şu günler onun için zor günler. Çünkü ekranlarına çıktığı kuruluş, Türkiye?deki neredeyse tüm spor bloglarını kapattırdı. Herhangi bir gazetecinin başına gelebilirdi. Şimdi ayıkla bakalım pirincin taşını. Ekmeğinden mi olasın, özgürlüğünden mi? Hangisini seçse ?niye yaptı? diyemem açıkçası.
İşte blogcular, gazetecilerin aksine bu durumla karşı karşıya kalmadığı için gazeteciler blogculara özeniyor. Bu işten ekmek yiyorsan, dilini kısaltırlar, bu yüzden.
Özgür kalmaya çalışan gazeteciler ise bunun bedelini sonuna kadar ödüyor. Tıpkı bana küfreden o blogcu arkadaşın yaptığı gibi medya patronları da ?Eurosport anarşisti?, ?Taraf anarşisti? diye yaftalıyor kafasında beni. Kazanamadığım parayla özgürlüğümün bir kısmını satın alıyorum her ay.
Blogcu arkadaş. Bu ayki ?henüz almadığım- maaşımla finanse ettiğim özgürlüğümü, seninkine katayım diyorum iznin olursa.
Bir şirket daha fazla para kazanacak diye hepinizin blogları kapatıldı. Yok yere. Haberiniz bile olmayan bir suçun cezasını çekiyorsunuz.
Şirket çıkarı kamunun çıkarını geçebilir mi? Geçerse buna hukuk denir mi? Eloğlu para kazanacak diye senin adını bile bilmeyen hâkim, sana bu kadar ağır cezayı reva görebilir?
Kafasına göre site kapattıran açgözlü şirketlere, şirketlerin üstüne takım elbise gibi oturan yasalar diken siyasilere söyleyecek hiç mi sözün yok?
Maç izlemek için para döktüğün şirket, senin blogunu elinden alıyor. Sandığa gidip de iktidar yaptığın parti, özgürlüğünü korumaya zahmet bile etmiyor.
Sen de duruyorsun.
Gözünü seveyim durma.
Biz bordro mahkûmu gazeteciler senin özgürlüğüne imreniyoruz.
O özgürlüğü iki takım elbiseliye yem etme.
Göreyim seni…
*3 Mart 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
benim güzel annem, el işleriyle uğraşmayı çok seven bir insan. emekli olduktan sonra da bu işlerle daha fazla uğraşmaya başladı ve tüm bu yaptığı işleri bir blog?da (mirayet.blogspot.com) topladı.
şu an, kardeşimin öğretmenlik vazifesi nedeniyle batman?ın sason ilçesinde bulunuyor. hem boş durmamak, hem de oradaki kadınlara faydalı olabilmek adına 2 ay önce halk eğitim merkezine eğitmenlik başvurusunda bulundu. bunun için kaymakama gitti, bölge milli eğitim müdürlüğüne gitti, sahip olması gereken bir sertifika varmış, onun için didindi durdu. ve tüm bu yola başlamadan önceki en büyük referansı, blogspot?unda sergilediği işlerdi.
dün akşam sularında aradı, üzgün bir sesle; ?yaa o kadar emek verdim, tüm yaptıklarım boşa gitti blogumu kapatmışlar.? dedi. o an gözlerim doldu, ne kadar üzüldüğümü anlatamam. blogspot?un kapatılma gerekçelerini anlatırken sesim titredi. neyse ki durumu izah edebildim.
az önce tekrar aradı; ?ortadaki yazan kırmızı yazıyı (bu site mahkeme kararıyla kapatılmıştır.) kaldırmanın bir yolu yok mu? millet bakıyor bu siteye, kaymakam, milli eğitim müdürü bakıyor, ya benim suç işlediğimi düşünürse insanlar?? dedi.
daha fazla yazacak durumda değilim, yorumu size bırakıyorum.
http://zieg.tumblr.com/post/3618644630/bloguma-dokunma