Internet üzerindeki müzik paylaşım sitelerinin en büyüklerinden Last.fm ve Myspace’in geçtiğimiz haftalarda Bağlantılı Hak Sahibi Fonogram Yapımcıları Meslek Birliği MÜ-YAP tarafından yapılan başvuruyla erişime kapatılması pek çok bağlantılı konuyla beraber sanat eserlerinin mülkiyetini de tekrar gündeme getirdi. Zaten Internet hakkında dünyanın en sert yasalarından birine sahip Türkiye’de pek çok hukuki boşluk kullanılarak ve bayram tatiline denk getirilerek uygulanan bu yasağın hukuki tarafı çok tartışılabilecek olmakla beraber, bu yazının temel amacı bundan ziyade sanatın mülkiyetinin aslen kime ait olduğunu tartışmak. MÜ-YAP ve dünyadaki muadilleri olan RIAA, MPAA gibi örgütlerin sanat eserlerinin mülkiyet haklarını savunmak adına Internet üzerinde ağır bir baskı kurarken, bu hakka gerçekten sahip olup olmadıklarını sorgulamak.
Müzik, sanatın insanların erişimine belki de en yaygın şekilde açık olduğu kolu. Bu da beraberinde müzik eserlerinin mevcut serbest piyasa sistemine daha rahat eklemlendirilmesine, bir diğer deyişle daha rahat metalaştırılmasına yol açıyor. Müzik eserleri perakende alım-satıma, diğer sanat eserlerinden çok daha fazla açık, bunun sonucu olarak da müzik eserlerinin arkasında oluşmuş ve bu eserlerden kâr eden devasa bir endüstri var. Son yaşadığımız sansür olayı gibi olaylar da aslen müzik eserlerinin mülkiyet hakkını eseri yaratanın değil bu endüstrinin savunmasından kaynaklanıyor. Yani klasik tabirle ?eser sahibi? dediğimiz, artık müziği yaratan değil, pazarlayan. Durum böyle olunca ?müzik emekçilerinin haklarının savunulması? ambalajıyla sunulan mücadele, aslen endüstrinin kendi çıkarlarını savunmasından başka bir anlama gelmiyor. Endüstri de kendi çıkarını savunurken bunu sanatın değil serbest piyasanın ilkeleri üzerinden yapıyor. Nasıl ki entegre et tesisi sahiplerinin hayvan sever olması gerekmiyorsa, müzik endüstrisinin başını tutanların da sanat sever olması gerekmiyor bu düzende. Durum böyle olunca da, MÜ-YAP gibi kuruluşlar kendisine tâbi olan-olmayan binlerce müzisyenin yer aldığı bir siteyi kapattırmakta sakınca görmüyor. Eser sahiplerinin hakkını savunduğunu iddia eden bu kuruluşun getirttiği bir yasağın, bizzat eser sahiplerini mağdur etmesi gibi bir manzara çıkıyor ortaya.
Günümüz müzik endüstrisi, diğer bütün endüstriler gibi kapitalizmin arz-talep mantığı üzerinden ilerliyor. Müzik eseri, diğer herhangi bir meta gibi, ?tüketici?nin taleplerine göre şekillendiriliyor, paketleniyor ve pazarlanıyor. Bu durumda, müziği yaratan sanatçının üretim süreçlerine de, o süreçlerin sonunda ortaya çıkan ürüne de müdahalesi pek fazla olamıyor. Yine et tesisi örneğine dönersek, üretim bandında etlerin yağını temizleyen işçinin etin paketine karışma ihtimali ne kadarsa, müzik emekçisinin kendi üretimine müdahalesi o kadar olabiliyor. Bunun abartılı bir örnek olduğu düşünülebilir, ancak bir de şöyle düşünelim. Et tesisindeki koşulları beğenmediği için işten atılan işçi başka bir yerde iş bulabilir. Ancak MÜ-YAP gibi devasa bir örgütlenmenin bir parçasını karşısına alan ve bu şekilde mimlenen bir sanatçının aynı örgütlenmeye mensup başka biriyle iş yapması oldukça zor. Müzik endüstrisi bu bakımdan oldukça acımasız ve ?sektör?ün dışına atılmış müzisyenlerin sayısı yüzlerce ölçülüyor. Dahası, eserin gerçek sahibinin kendi yaratımının üretim süreçlerine müdahil olmasının kısıtlanmasının, sanatçı için yarattığı etki, başka bir iş kolundakinden çok daha ağır. Sanatçı kendi üretimine yabancılaştığında, onun yaratıcılığına da büyük darbe vuruluyor. Sonunda sanatçı da kendi üretimini kendi sanat normuna göre değil piyasanın taleplerine göre belirlemeye başlıyor. Zira sanatçı kendi ürettiği ürünün nasılsa bir şekilde piyasanın isteğine göre şekillendirilerek pazarlanacağını fark ediyor ve bunu endüstrinin insafına bırakmaktansa, kendisi yapmayı tercih ediyor. Sanatıyla piyasa arasında bir uzlaşma arayışına giriyor. Özellikle Türkiye’nin neo-liberal politikaların tahakkümü altına girdiği 1980’lerin sonundan itibaren müzik dünyasının ağır başlı isimlerinin birbiri ardına çıkardığı ?piyasa işi? çalışmalar incelendiğinde bu uzlaşma çabası daha net görülebilir. Örneğin o yıllarda İMÇ dışından patlama yaparak endüstrinin canını epeyce sıkan ?Bol Vitamin? akımına karşı hangi ağır toplara alelacele rap şarkı söyletildiğine ve bu isimlerin o şarkıların arasına kendi mesajlarını sıkıştırmak için ne kadar uğraştığına şöyle bir bakmak enteresan olabilir. Tek klavye alt yapılı rap şarkılarının içinde ?kitap okuyan çatlaklar?dan ya da ?bazen hümanist, bazen rasyonalist olan kız?lardan bahsedilen bu ilginç dönem, aynı zamanda endüstrinin arz-talep ısrarıyla sanatçının mücadelesinin kızıştığı yıllara denk gelir. Yapımcıyla sanatçı arasındaki bu gerilim bundan sonra artarak devam edecektir. Sanatçı kendi özgüllüğünü korumak için çabalarken, endüstri aynı ?satan? ürünün benzerlerinin üretimini zorlayacaktır. Çünkü, kapitalizmin seçme özgürlüğü, yalnızca birbirinin aynısı olanlar arasındadır.
MÜ-YAP gibi bir örgütlenmeye giderek bir nevî oligarşi yaratan müzik endüstrisi, son yıllara kadar bu sanat kolunda ciddi bir hegemonya kurmayı başardı. Bir hegemonyanın var olabilmesinin, kendisine tâbi olanların rızasını yaratabilmesinden geçtiğini düşünürsek, bunun son derece başarılı bir deneme olduğunu kabul etmeliyiz. Zira, birleşen müzik endüstrisi yalnızca sanatçının eserini hangi kriterlere göre üreteceğinin ve o eserlerin ne şekilde gün yüzü göreceğinin sınırlarını çizmekle kalmadı; bir çeşit kanon yaratarak hangi müzisyenlerin ?sektör?ün içine dahil olarak ?müzisyen? sayılabileceğini de belirledi. Zaten bu yapının sanatçının rızasını yaratabilmesinin arkasında da bu var. Yeni müzik kanonuna dahil olacaksanız, bu kanonun kurallarını da isteseniz de, istemeseniz de kabul etmek zorundasınız. Aslına bakılırsa bu yapının TRT’nin seksenlerdeki meşhur sansür kurullarından da çok farkı yok, şayet kendinizi bu yapıya bir şekilde uyduramazsanız, bu yapının içinde yaşama şansınız da pek yok. Endüstrinin kendi kurallarına uymayan sanatçılara yaşam şansı vermemesi de ilk kez uygulanmış, orijinal bir yöntem değil. Popülerlik ve endüstrileşme açısından müziğe çok benzeyen sinemada buna benzer bir yöntem kurumlaşmış durumda. Amerika Birleşik Devletleri’nde sinema yapımcısı büyük stüdyoların kurduğu MPAA’in belirlediği bir denetim kurulu, filmlerin içeriklerine göre bizde RTÜK’ün yaptığına benzer kategorilendirmelere gidiyor (?Genel izleyiciye uygun?, ?aile denetiminde izlenmeli?, ?Yetişkinler için? gibi). İlginç olan ise kimlikleri gizli tutulan üyelerden oluşan bu denetim kurulunun büyük stüdyoların filmlerine daha geniş izleyiciye ulaşabilecek kategorilere girebilmeleri için yardımcı olurken, bağımsız ve çoğu Amerikan politikalarını eleştiren filmleri ?yetişkinler için? sınıfına sokmaya çalışması. Filmin hangi kategoriye gireceğinin ise şöyle bir hayati önemi var; ?yetişkinler için? kategorisine giren filmler geniş kitleye, yani genç izleyicilere kapalı oluyor, dolayısıyla o filmin gişe yapma ihtimali düşüyor, kendini maddi olarak çevirip kâr etmeyecek filmleri de yapımcılar dağıtmıyor. Böylelikle yalnızca bir kategori tercihiyle bir filmin izleyicisine ulaşmasını engellemek mümkün (Bu konu hakkında daha detaylı bilgi için Kirby Dick’in çektiği ?Bu Film Henüz Değerlendirilmemiştir? adlı belgesel izlenebilir). Benzer bir durum müzik endüstrisinde de var. Günümüzde çevre savaşçılığına soyunan Amerikalı politikacı Al Gore’un eşi Tipper Gore’un kurduğu Aile Müzik Kaynakları Merkezi (PMRC) ile Amerika’nın MÜ-YAP’ı diyebileceğimiz RIAA’in ortak çalışmasıyla 1980’lerin ortasından itibaren bazı albümlere ?Müstehcen sözler içerir? etiketi yapıştırılmaya başlandı (Burada ?müstehcen? olarak Türkçe’ye çevirdiğimiz ?explicit? sözcüğü aslında politik bir alt metne de sahip. Yani sözlerin illa cinsellik içermesi gerekmiyor, Amerikan toplumunun çürümüşlüğünden bahsetmek de bu kategoriye girebiliyor). Pek çok dükkan bu albümleri 17 yaş altına satmamaya başlarken, büyük market zincirleri bu albümleri boykot ettiler. Amerika’nın ?Demokrat?ları bile müzisyenlere yalnızca kuşlardan, böceklerden bahsedince tahammül edebiliyorlardı. Türkiye’deki durumun farklı olduğu düşünülebilir ama 1980’ler Amerika’sının ?kör gözüm parmağına? muhafazakarlığı kadar olmasa da Türkiye’de de müzik kanonunun bir politik eğilimi var. Bunu görebilmek için 80 sonrası Türkiye’sinin apolitik politikliğinin kodlarına şöyle bir bakmak yeterli. Daha çarpıcı örnek isteyenler endüstrinin yıldızı Sertaç Ortaç ve ?saz arkadaşları? tarafından Ahmet Kaya’ya düzenledikleri meşhur saldırıya bakabilirler. Bugün Türkiye’de vıcık vıcık bir hamasete denk geldiğimiz her yerde ?Onuncu Yıl Marşı?nın (orijinalinin değil, pop yorumunun) çalınması da tesadüfi değildir. Türkiye’de, Amerika’nın 80’lerde yaşadığı muhafazakarlığın bir benzeri olan 90’lardaki pop-milliyetçiliğin yükselişindeki müzik endüstrisinin katkısı yadsınamaz. Günümüzde ise, muhalif sesler iyice bastırılabildiğinden olacak, hamasetle müzik endüstrisi daha seviyeli bir ilişki sürdürüyor.
2000’lere gelindiğinde çeşmenin başını tutmuş görünen müzik oligarşisinin keyfini bozan Internet oldu. Bu noktada, MÜ-YAP’ın 2000 yılında örgütlendiği, oysa Türkiye’de Internet’in 1997’den beri var olduğu hatırlatılabilir. Ancak şunu unutmamak lazım ki, Türkiye’de Internet erişimi ilk yıllarda müzik paylaşımına izin verebilecek yaygınlıkta ve hızda değildi. Üstelik, insanlar Internet’ten müzik paylaşırken CD’lere verdiklerinden daha fazla parayı telefona yatırıyorlardı. Ancak geniş bant Internet bağlantısının Türkiye’ye gelmesi ve yaygınlaşmasıyla bu durum değişti. Her ne kadar pahalı da olsa Türkiye’de milyonlarca geniş bant (ADSL ve kablo Internet) abonesi var ve günümüzdeki hızlarla bir albümü indirmek beş-on dakikada mümkün olabiliyor. Müzik endüstrisinin Internet denince ağzından çıkan ilk kelime ?korsan? olduğu için burada bir durup korsan meselesini inceleyip, öyle devam etmek gerekiyor.
Korsan, Türkiye’de bağlamının dışına en çok taşınan kelimelerden biri. Korsanın içine, günde binlerce CD-film-kitap basıp bundan milyonlarca lira kazanan mafyatik örgütlenmeler de giriyor, evindeki bilgisayarda paylaşım programı kullanan da. Faullü oluşum aslen ilkiyken, acısını çeken genelde ikinci grup oluyor. Bu aralar, Türkiye’de insanların Internet’ten ne indirdiğini denetleyecek bir sistemin çalışmaları yapılıyor. Oysa, Internet’ten dosya paylaşan insanlar bu işten para kazanmadıkları gibi paylaştıkları sanatçıların popülerleşmesine de büyük katkı yapıyorlar. Aslında bu insanlar, 1980’lerde Almanya’ya giden kamyonculara para verip plak getirten, bunları kasede çekip paylaşan insanlardan çok da farklı değiller; hatta o zaman bile bundan para kazanan insan daha çoktu. Endüstrinin korsan tanımına giren bu paylaşım, kaset dönemlerinde pek çok kişinin para kazanmasını da sağladı. Özellikle 1995-2000 arası Türkiye’de orijinal CD’si-kasedi bulunmayan ama çekme kasetler-CDler sayesinde geniş hayran kitlesi bulunan yabancı gruplara kapalı gişe konserler düzenlenerek ciddi paralar kazanıldı. Şimdi Internet’le beraber bu trend daha da hızlanmış durumda. Artık herkes her grubu takip edebiliyor. Dengeleri bozan da aslında bu oldu.
Çekme kasetlerin döneminde ikinci grup tabir ettiğimiz amatör korsanlar, inanılmaz bir ticareti döndüren profesyonel korsanlarla aşık atacak durumda değildi. Zira ellerindeki çoğaltım-dağıtım imkanları (evlerindeki çift kasetçalarlar) profesyonellerinkinin eline su dökemezdi. Oysa şimdi amatör korsanlar da CD kalitesinde müziği (hatta bazen daha kalitelisini) rahatlıkla evindeki bilgisayardan paylaşabiliyor. Geniş bant Internet’in yaygınlaşmasıyla beraber sokaktaki korsan CD satışlarının azaldığı dikkatinizi çekmiştir. Dolayısıyla aslında amatör korsanlar, en çok profesyonel korsanların ekmeğiyle oynadılar. Müziği ilk günlerindeki gibi paylaşıp, emeğin karşılığını konserlerle doğrudan sanatçıya ödemeye başladılar. Bu yeni yapı tabii ki yalnızca profesyonel korsanları tedirgin etmeyecekti. Müzik oligarşisinin kurduğu, kontrol ettiği ve işine gelmeyenleri elediği yapı temelden sarsılmış, dinleyici tüm aracıları aradan çıkarmıştı. Tabii, profesyonel korsanlarla müzik oligarşisi arasında senelerden gelen süregelen işbirliği, pek çok yapımcının müzik emekçisine daha az para ödemek ve kendisi daha çok kâr edebilmek için kendisinin korsan ürün çıkarıyor olması da cabası. Dolayısıyla endüstrinin Internet’e savaş açması kadar doğal bir şey yoktu. Hele ki yapımcıların kendi Internet iş planlarının, acemilikleri, kâr hırsları ve bu yeni kavramı hiç anlayamamış olmaları nedeniyle başlarına çökmesinin ardından.
Müzik endüstrisinin hırsı yalnızca Internet’ten müzik paylaşan amatör korsanlara karşı da değildi. Senelerce kanonun dışına atmaya çalıştığı müzisyenlerin, müzik türlerinin oligarşinin sisteminin dışından dolaşarak dinleyiciyle doğrudan ilişki kurması da endüstri için sinir bozucuydu. Bu son Myspace, Last.fm yasaklarında da bu hırsın izlerini görmek mümkün. MÜ-YAP, CD ya da kaset çıkarmadan müziğini doğrudan Internet’ten paylaşan müzisyenlerden de nemalanmanın çarelerini arıyor. Bu yasaklama girişimi de aslında az önce anlattığımız müzisyene yönelik ?bizimle geçinmezsen sana var olma şansı tanımayız? mesajının sanal ortama da taşınmasından başka bir şey değil. Müzik oligarşisi yüzünden yıllarca ürünlerini istediği gibi dinleyicisiyle paylaşamayan müzisyenlerin ürünlerini koyduğu sitelerin MÜ-YAP tarafından kapatılıyor olması kuşkusuz bir mesaj niteliğindeydi. MÜ-YAP, bu sansürle aslında ?Türkiye’de bizim kontrolümüzden geçmemiş, bizim onayımızı almamış (ve bizim üzerinden nemalanmadığımız) tek nota duyulmayacak? demiş oldu. Bu kontrolcü ve yasakçı anlayışın siyasi literatürde nereye tekabül ettiğini şüphesiz Notos okurları kadar, hızlı bir siyasi geçmişi olan MÜ-YAP Başkanı Bülent Forta da bilecektir.
Şimdi sorulması gereken; emeği zorla kapitalizmin çarkları içine sokulmaya çalışılan sanatçıyla, suçlu muamelesi yapılan ve çeşitli korkutma yöntemleriyle sindirilen dinleyicinin ne yapabileceği sorusudur. Aslında bu sorunun cevabı, sorunun kendisinden çıkarılabilir. Eğer cendere içine sokulmaya çalışılanlar kendisine neyi çalabileceği dayatılan müzisyenle, neyi dinleyeceği dayatılan dinleyiciyse, çözümü de bu iki grubun beraber bulması gerekiyor. Tabii çözüm arayışlarında, müzisyenlerin aynı zamanda emekçi olduğu ve onların da ekmeklerini kazanmaları gerektiği unutulmamalı. Her ne kadar her türlü sanat paylaşımı için mülkiyeti reddeden bir anlayışı adapte etmek mümkünse de, pratik ve uygulanabilir bir çözüm için yaşadığımız toplumun anarko-komünist bir yapısının olmadığını, bir başka deyişle müzisyenlerin de sağ kalabilmek için para kazanmaya ihtiyaç duyacağını düşünmek zorundayız. Yaşadığımız düzenden memnun olmasak bile, onu değiştirebilmek için uygulanabilir eylem planlarına ihtiyacımız var. Tabii ki bu, müzik oligarklarının ?imana gelmesini? beklemeyi de gerektirmiyor. Yalnızca adil, eşitlikçi ve müzik emekçisinin hem üretim süreçlerine müdahil olacağı, hem de ekmek yiyebileceği bir sistem yaratmamız gerekiyor. Bunun yolu da aslında sanatçıların hem kendi aralarında, hem de dinleyicileriyle bir dayanışma sağlamasından geçiyor. Şu an kanon içine dahil olan ve endüstriden ekmek yiyen emekçiler ilk aşamada böyle bir dayanışmanın içinde yer almaktan anlaşılabilir gerekçelerle çekinebilir. Ancak mümkün olan en geniş topluluğun mevcut sanatçı örgütlenmelerinin dışında özgür bir örgütlenmeye gitmesi ve bu yeni oluşumun dinleyiciyle doğrudan teması amaçlayan bir eylem planını uygulamaya koyması ciddi bir etki yaratabilir. Sanatçı dinleyicisine açık ve samimi bir şekilde kendi sanatının paylaşılmasından rahatsız olmadığını ancak kendisinin de hayat gailesinin bir parçası olduğunu aktarmalıdır. Bu noktada çok güçlü bir koz; müzisyenle dinleyicinin arasındaki ilişkinin kapitalizmin kurallarının çok dışında bir bağ içeriyor olmasıdır. Eğer müzisyen, dinleyicisiyle arasındaki tüm aracıları kaldırıp daha ulaşılabilir, daha samimi bir ilişkiyi seçerse, dinleyiciden de bunun karşılığını alacaktır. Dinleyiciye bu noktada düşen görev ise sanatçıyla dayanışma içinde olmaktır. Eğer dinleyici, kendisiyle doğrudan ilişki kuran sanatçıya daha fazla destek verme sorumluluğunu ihmal etmezse, kanon içindeki sanatçılar bile bunun kendi çıkarına olduğunu görecek ve bu yeni modele doğru kayacaklardır. Aslına bakılırsa, bu model müzik oligarkları hariç herkes için daha faydalı bir iş modelinden başka bir şey değildir. Müzisyen çaldığı her notanın ve kazandığı her kuruşun üzerinde tahakküm kuran bir yapıdan kendini kurtaracak, dinleyici parasını yapımcıların cebine değil doğrudan sanatçıya ulaştırabilecektir. Bu ilişkinin samimiyetinin iki tarafa getireceği tatmin duygusu ise kapitalizmin dev şirketlerinden birinin reklamında dendiği gibi ?paha biçilemez? olur.
* Notos Dergisi’nin Aralık 2009 sayısında yayınlanmıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın