"Enter"a basıp içeriğe geçin

Kategori: futbol

Dağhan Irak’ın futbol hakkındaki yazıları…

Süpürenler – Süpürülenler

Sporla hayatı birleştiren bağları didiklemeye niyetliyseniz eninde sonunda – ama mutlaka- “yeni icat çıkarmakla” suçlanırsınız. Sporun hayatın farklı alanlarındaki kökleri istediği kadar aleni ve hayati olsun, birileri çıkar ve “cık cık cık” ritmi eşliğinde aynı şarkıya başlar. Bazen karşınızdakinin o kadar rahatsız olduğunu hissedersiniz ki, aslında bir damara basmakta olduğunuzu ister istemez fark edersiniz. “Bir kadın çıkardınız, olmaz bayandır o” diyen kaşlarını çatan federasyon başkanının ya da veteran spor yazarının öfkesi, “dünyanın en şaşkın penaltısı, bayandan” diye başlık atan spor sitesinin “oh bayan yapmış, oh kadınlar futbol oynayamaz” minvalli isteri krizi, “spora politika sokmayın arkadaşım” diye söylenen anonim kardeşler korosunun hiddeti bu rahatsızlığın kaynağını merak ettirir.

PAOK: Şu Çılgın İstanbullular

Fenerbahçe’nin UEFA Avrupa Ligi’nde Yunanistan’ın PAOK ekibiyle eşleşmesi, gözleri Selanik’in siyah-beyazlı takımına çevirdi. PAOK’un İstanbul kökenli bir kulüp olması bu iki maça gösterilen ilgiyi de oldukça arttırdı.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki benzerlikler ve farklılıklar, milliyetçilikler yüzyılının kanlı tarihiyle birleştiğinde güvensizlikler ve gerginlikler şeklini alıyor. Ancak bir yandan da iki tarafın birbirine duyduğu karşı konulmaz bir merak var. PAOK hakkında da Türkiye’de tevatür çok; Beşiktaşlı oldukları için amblemlerinin kartal olduğundan tutun da, taraftarlarının Sırbistan’daki Partizan’a neo-nazi oldukları için sempati duyduğuna kadar. Hatta PAOK’un K’sinin Konstantinoupoli olmasını kulübün İstanbul’u geri almak amacıyla kurulduğunun delili sayanlar bile var.

“Fena hâlde bayanlar millî takımı”

Geçen hafta bu köşede kadınlar futbolundan bahsetmiş, yazının sonuna virgülü bu hafta bu kategorinin Türkiye?deki durumunu konuşmaya söz vererek koymuştum. Tam yeri, tam zamanıdır, başlayalım.

Dünya futbolunda iki önemli altyapı akımı var, kadınlar futbolunda da bu böyle. Birincisi, yetenek taramalarıyla elit futbolcu adaylarını tespit etmek ve bunları pilot takımlar hâline getirerek millî takıma dönüştürmek üzerine kurulu. Bu sistemin çok ciddi açmazları var. Çünkü altyapıdaki çocukları 13-14 yaşında geleceğin A millî takımı olarak görmek, üzerlerinde müthiş bir baskı yaratıyor ve onları rekabetçi spora erken başlatıyor. Bu koşulsuz başarı için yapılıyor. Alt yaş kategorilerinde şampiyon olup şişinmek için yani. Birileri kendi özgeçmişleri kabarsın diye çocukların futbol hayatını ziyan ediyor, ama olsun.

Dünya Kupası’nın Unutulmaz 11 Hakemi

Bir önceki TamSaha’da Dünya Kupası’nın unutulmaz kadroları, teknik direktörleri, maçları, sürprizleri, hatta hayal kırıklıkları yer almıştı. Tabii Dünya Kupası hakemsiz de olmuyor. Buna rağmen onların adı çok anılıyor, hem de kabağın çoğu zaman onların başına patlamasına rağmen. Yine de Dünya Kupası’nda kolay kolay unutulmayacak; başarılı, başarısız ama her şekilde enteresan hakemler az değil. İşte Dünya Kupası’nın unutulmaz hikayelere sahip on bir hakemi…

Bundesliga’nın zaferi, Prömiyer Lig’in iflası

Bu yazıyı bu şarkı eşliğinde okumanız tavsiye edilir.

[audio: http://www.daghanirak.com/maya.mp3]

Dünya Kupası’nda Almanya’nın İngiltere’ye tarihinin en ağır kupa yenilgisini aldırması aslında uzun süredir işaretlerini veren ama nedense kimsenin kabul etmek istemediği bir olaydı. 4-1’lik yenilginin ertesinde bile sanki dün maçı hep beraber izlememişiz gibi ?o gol verilseydi? yorumları yapılıyor. Oysa açıkça ortadaydı ki, İngiltere’nin golü attığı ve sonrasında golünün verilmediği beş-on dakikalık zaman dilimi, İngilizler’in oyunda üstün olduğu tek zaman dilimiydi. Fiziksel olarak turnuvanın en kötü durumdaki takımlarından biri olan İngiltere, Almanya karşısında o baskıyı bir on dakika daha sürdürmeye kalksaydı, ortaya çıkan sonuç 4-1’den çok daha ağır olurdu. Kaldı ki, İngiltere o baskıyı Glen Johnson, Matt Upson, Ashley Cole gibi zaten defansta faciayı getiren oyuncuların hücuma katılımıyla yapabildi. Eğer İngiltere kazanmak için o taktiği sürdürseydi zaten bu oyuncuların sürekli pozisyon ve top kaybetmesinden gelen dört golün üstüne kaç gol daha yerlerdi bilinmez. Zaten bu yazının konusu da bu değil.

Giden gider, biz burdayız, canlar sağolsun

Maç izlerken insanın konsantrasyonunu bozan iki şey var; biri iki takımı da sevmemek, diğeri ise iki takımı birden sevmek. Bugünkü maçlarda benim için ikinci durum söz konusuydu. Dünya Kupası eşleşmelerinin bugünkü dörtlüsü, yani Güney Kore, Uruguay, Gana ve Amerika Birleşik Devletleri kendini devlerin parsellediği futbol dünyasına kanıtlamak için emek harcamak zorunda olan takımlar. Zira biraz Uruguay dışında hiçbirinin büyük yıldızları yok, yani bu Dünya Kupası?nda hak ettikleri övgüyü almak için vize kuyruğunda sabahlayan TC vatandaşları misali sebat göstermeleri gerekiyor. İnsandaki futbol zevkini vakumla çekip alan süper defansif endüstri sirklerine gösterilen ihtimamın yüzde onuna mazhar olmaları için bu takımların ağızlarıyla pelikan kafeslemeleri lazım. İşin güzel tarafı, bu emeği harcıyor olmaları. Bu dört takım, elde kalan on altının en çalışkan dörtlüsü, mahşerin dört emekçisi.

Haydi Arrivederci canım, selametle…

Almanya’yla Avusturya’nın 1982’de yediği bir halt yüzünden biz futbolseverler yıllardır şaşı oluyoruz. Gerçi halt yemek yalnız Cermenler’in değil, tüm insanlığın doğasında var, dolayısıyla bir gün o noktaya geleceğimiz belliydi. Hangi nokta derseniz, son maçlarda kimi takımların birbirine ?yatması? ve bir diğerlerinin elenmesi. 1982’de bu oldu, infial çıktı, ondan sonra takımlar son maçlarını aynı saatte oynamaya başladılar. Bunun bugüne yansıması ise benim önüme ve sağıma birer ekran koyup kucağımdaki laptop’a bakmaksızın bu yazıyı yazmaya çalışmam. Önümde bu grubun daha bilindik takımları İtalya ve Slovakya oynuyor. Bilindik dediysem, bu TRT’deki meslektaşlarımızın hem Slovaklar’ın, hem İtalyanlar’ın isimlerini kupa boyunca yüz elli farklı şekilde söyleyip yine de doğruyu tutturamamalarına engel değil. Sanıyorum dünyayı çok iyi bildiklerinden orada sürü hâlinde gezen yabancı gazetecilerden birini tutup ?hacı bu sizin takım nasıl okunur? diye sormuyorlar bin yıldır, sonra adı normalde ?şıkırtel? şeklinde okunan Skrtel üç gün içinde ?sikirtel?, ?sıkörtıl?, hatta nasıl oluyorsa ?sıkartel? oluveriyor. Yakın gelecekte bu oyuncunun adının ahlaka mugayir şekiller alması da olası. Bu sitede yer alan Bosna yazılarımın üçüncüsünü okursanız Türk turistin dünyaya bakışı konusunda ufak bir fikir sahibi olursunuz. Yurt dışında gezen Türk, genelde yerel halkla, diğer yabancılarla filan -ne hikmetse- iletişim kurmaz. Yalnız sorun şu; oraya giden meslektaşlar oraya turist olarak gitmediler, bizim vatandaşlar olarak ödediğimiz maaşlarının hakkını vermeye gittiler. Tabii bu mantık turnuvanın resmi yoru(m)cusuna işlemiyor, o kendi parasıyla ütülüyor kafamızı. Malum onun parası her kapıyı açıyor.

Yine aynı tango

1994?de Foxborough?daki Yunanistan-Arjantin maçı, 4-0 kaybeden Yunan ekibi gibi, kokainle yakalanan Maradona için de unutulası bir anıydı. Hem köprülerin altından çok su akmış, Yunanistan sahaya umutlu çıkarken, Diego da her an kız istemeye gidecekmişçesine janti bir şekilde kulübede yerini almıştı. Polokwane?deki maç başlarken aslında iki taraf da araftaydı, ama yüzleri farklı yanlara bakıyordu. Cennetin kapısına tek ayağını uzatmış olan Arjantin, tıpkı 1994?teki gibi lacilerle ve hızlı girdi maça.