Biz böyle değildik o zamanlar. Kendimize ait bir dünyamız vardı, kendi sevinçlerimiz, kendi üzüntülerimiz, kendi zaferlerimiz, kendi kayıplarımız… Büyüklüğümüzü başkalarıyla ölçmezdik o zamanlar, kendimiz gibi…
Dağhan Irak’ın futbol hakkındaki yazıları…
Biz böyle değildik o zamanlar. Kendimize ait bir dünyamız vardı, kendi sevinçlerimiz, kendi üzüntülerimiz, kendi zaferlerimiz, kendi kayıplarımız… Büyüklüğümüzü başkalarıyla ölçmezdik o zamanlar, kendimiz gibi…
Artık herkesin malûmu olduğu üzere, derbinin klasik anlamı, bir şehrin iki takımının karşılaşması. Ancak ?derbi? teriminin doğduğu İngiltere’de, ülkenin küçük yönetim birimlerine ayrılması ve aynı bölgede birbirine oldukça yakın şehirlerin bulunabilmesi, bölgesel mücadelelerin de derbi özelliği kazanmasının önünü sonuna kadar açıyor. Hatta bu derbiler, hangi şehrin o bölgedeki ?esas çocuk? olduğunu belirleme noktasında öne de çıkabiliyor. Pek çok şehrin Londra gibi dört-beş kalburüstü takım çıkarmasının mümkün olmadığı da düşünüldüğünde, şehirlerin büyük takımları genelde ezeli rakibini komşu şehirde buluyor. Yani aslında İngiltere’nin birçok yerinde yaşanan, büyük ölçekli bir ?aşağı mahalle-yukarı mahalle? rekabetinden başka bir şey değil. Bu bazen rakip yokluğunda sık sık karşı karşıya gelmekten kaynaklanıyor; kimi zaman ise köklerini önemli tarihsel olaylardan ve sosyal olgulardan alıyor. Derbinin kalıcılığını ise son kertede başlangıcındaki olayların öneminden daha fazla, tarafların o rekabeti ne kadar ciddiye aldığı belirliyor. Bazen taç atışını kimin kullanacağıyla ilgili bir tartışma, insanları iki kent arasındaki derin ayrımlar kadar etkileyebiliyor. Söz konusu olan İngiltere’nin kuzeyindeki Tyne and Wear Bölgesi olduğunda ise rekabetin köklerini daha ciddi olaylarda aramak gerekiyor.
Futbola ve İstanbul’a fena hâlde gönlünüzü kaptırmışsanız Yunanistan’a gidip de Atina’da yaşayan İstanbullular’ın takımı AEK’in maçına gitmemek olmaz. Hele ki İzmir göçmenlerinin takımı Panionios’la oynuyorsa. Atina’da öğlen yoğurtlu kebap – kazandibi yiyip akşam İstanbul – İzmir futbol rekabetine tanıklık etme ihtimaliniz, bunu Türkiye’de yapabilme şansınızdan daha yüksek. Zira İstanbul’un büyükleriyle İzmir’in devleri artık ne yazık ki ayrı liglerde yer alıyor. Oysa Yunanistan’da senede en az iki AEK-Panionios maçı izlemek olası. Biz de oraya kadar gitmişken bu maçı kaçırsaydık ayıp olurdu, kaçırmadık.
Çin Halk Cumhuriyeti, geçtiğimiz günlerde tüm zamanların en yüksek bütçeli Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yaptı. Ucuz iş gücüyle tanınmasına karşın oyunlar için milyonlarca doları harcamaktan çekinmeyen Çin, aynı zamanda dünyanın en pahalı futbolcularından birkaçını da konuk etti. Ronaldinho’nun, Messi’nin, Riquelme’nin forma giydiği Olimpik Futbol Turnuvası, yüzme ve atletizmin gölgesinde kalmaktan kurtulamadıysa da eski olimpiyatlara kıyasla daha fazla ilgi topladı. Çin Halk Cumhuriyeti de ev sahibi unvanıyla katıldığı bu turnuvada, 2002 Dünya Kupası’ndan sonra ilk kez dünya çapında bir futbol organizasyonunda boy gösterme imkânı buldu. Batıya ihraç ettiği bir kaç yıldızı dışında pek bilinmeyen, fazla da kayda değer başarısı olmayan Çin futbolunun tarihi aslında oldukça eskiye dayanıyor. Ancak Çin futbol tarihinde futbol konusundaki bir istikrardan ziyade, ülkenin politik ve ekonomik dalgalanmalarını okumak mümkün.
Millî takımlar biraz sorunlu varlıklar. Eğer ulusla aranız çok sıkı fıkı değilse, ulusal takımla bağ kurmakta biraz sıkıntı çekebiliyorsunuz. Bir şeyleri paylaşmıyorsanız ?bizim oranın çocukları? olmaları bazen desteklemeniz için yetmiyor. Ben Fatih Terim?in ?yetersiz milliyetçi? olarak isimlendirdiği insanlardan biri olarak bu sıkıntıyı çok yaşadım. Millî takım nadiren içime sinmiştir, nadiren içten desteklemişimdir. Ya yaratılan milliyetçi hezeyandan canım sıkılmıştır ya da oynayan oyuncuların kafa yapıları hoşuma gitmemiştir.
EURO 2008?de grup maçları tamamlanıp, her takımı üç kez seyrettiğimize göre akademik ahkâm kesme sınırını geçmiş sayılırız. Bence bu turnuvanin anahtarı, şu ana kadar gençlik ve kontrataklar oldu. Bu iki unsurun ikisine birden sahip olan takımlar turnuvanın en iyi takimlari oldu; Hollanda, İspanya ve Portekiz gibi. Birine sahip olanlar da iyi kötü devam ettiler; Hırvatistan?ı, Almanya?yı, hatta defansını gençleştiren İtalya?yı bu kalemde saymak mümkün. İkisi de olmayanlar ise evlerinin yolunu tuttular. Bu turnuva, bir yaşlı takımlara, bir de ağır defanslara hiç acımadı. Sanırım defansının arkasına top sarkıtıp da sağ kalabilen bir bizim takım var, bunun da ne türlü mucizelerden sonra olabildiğini biliyoruz, ki dikkat ederseniz bizim kader golleri de hep tek pasta ve defansın arkasına sarkarak?
Bir şehir düşünün, mavi suların kıyısında, farklı kültürlerin iç içe olduğu bir şehir… Yüzyıllarca bir ülkenin kalbi olmuş bir şehrin yüz yıllık iki takımını düşünün, ?üç büyükler?den ikisini… Geride kalan yüzlerce maçtan sonra hâlâ o maç geldiğinde ülkede hayat duruyor. O hafta tüm ülke, aristokrasi geleneğinden gelen ?Aslanlar?la kendisine ?halkın takımı? diyen ?Kartallar?ın mücadelesini konuşuyor. Bu hikâyenin şaşırtıcı bir şekilde tanıdık geldiğinin farkındayız. Ancak Akdeniz coğrafyasının en doğusundaki güzel şehirden değil, en batısındaki güzel şehirden,
Lizbon?dan bahsediyoruz. Sporting-Benfica derbisinin bizim derbilerimizden birini andırması da aslında çok sürpriz değil. Zaten Akdeniz?deki her liman şehri akraba. Kuzenlerin de birbirine benzemesi doğal. Yine de Portekiz?in yüz yıllık ?O Classico?sunun anlatacak farklı hikâyeleri de olsa gerek.
Mareşal Josip Broz’un, daha çok bilinen ismiyle Tito’nun bir rüyası vardı. Yugoslavya ülkesindeki tüm bölgeleri etnik ve dini farklılıklara dayanmaksızın özerk ve eşit olarak bir arada yaşatmak. Ustaşilerin etnik temizlik harekâtlarını, Nazi bombardımanı altındaki Belgrad’ı yaşayan Sırplar, Boşnaklar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar ve Karadağlılar Tito’nun rüyasına inandılar ve Federal Yugoslavya Halk Cumhuriyeti çıktı ortaya. İkinci Dünya Savaşı biter bitmez ülkenin tüm kurumları yenilenmeye başladı. Krallık döneminden ve öncesindeki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan kalma âdetler yerini yeni bir sisteme bırakıyordu. Yeni ülkenin spor politikalarını da bu yepyeni sistem şekillendirecekti.
Fransa için vatandaşları çoğu zaman ?Paris ve diğerleri? der. Kuşkusuz Parisliler başka, taşralılar başka imâlar yükler bunu söylerken. Gerçekten de merkeziyetçiliğin de merkezi varsa dünyada, burası Paris olsa gerektir. Ne olursa Paris’te olur, oradan yayılır. En köklü devrimlerden, en uçucu modalara kadar genellikle böyledir bu. Söz konusu futbol olduğunda da meşin yuvarlağın ülkedeki ilk muhitini Paris’in sokaklarında aramak gerekir. Ancak ?canının olmasıyla? ve canının istediğini yapmasıyla meşhur futbol topu, ülkeye girdiği andan itibaren hep merkeziyetçiliğin aksi yönüne kürek çeker. Eğer Fransa’da çevrenin merkeze karşı borusunun öttüğü bir saha varsa, mutlaka o sahanın rengi yeşildir. Her şehrin takımının olduğu ve herkesin kendi takımına gönülden bağlı olduğu Fransa’da, ortaya çıkan lig de tam anlamıyla bir mozaiktir. Bu nedenledir ki, insanın aklına gelmeyen başına Fransa Ligi’nde gelir.
Fortuna Imperatrix Mundi, Türkçesiyle ?Dünyayı Talih Yönetiyor.? Dünyanın en önemli kantatlarından biri olan ?Carmina Burana?da böyle diyordu işte Alman kompozitör Carl Orff. Başlıca öznesi yuvarlak…