Hakikaten çok enteresan zamanlardan geçiyoruz. Gram insanlığı kalanın da üzüntü, öfke ve başkasının yerine utanma duyuları aşındı şu bir haftada. Son 20 yılı yarın yokmuş gibi yaşayan bir iktidarın ve sağrısına konuşlanmış ezcümle kapitalistin, kendi yol açtığı yıkıntının içinden yükte hafif, pahada ağırları telaşla yağmaladığına tanıklık ediyoruz; can derdine düşenlerle onlara insanca omuz verenlerin yanında…
Konuşulacak çok şey var esasen, ama bu köşenin eti budu da belli, tek bir tarafından yakalayıp genele ilişkin kavrayışı gıdıklamaya çalışacağız yine. Bilmediğimizi bilene bırakıp bildiğimiz yerden çıkan sorulardan başlayacağız yani.
Rejimin aczi, kapatılamaz hâle geldi
Sapından köküne kadar politik deprem katliamının bize göstermesi gereken en önemli şey, devlet ve sermaye çıkarının, kamu çıkarıyla hiçbir zaman örtüşmediği olmalı, özellikle de bizim parti-devlet gibi garabet rejimlerde. Kamu çıkarı, her koşulda devlete ve sermayeye karşı savunulması gereken, hava gibi, su gibi elzem bir şey. Tek tek bireylerin ya da egemenlik sahiplerinin değil, kamunun tüm paydaşlarının, yani halkın ve hatta hayvanların ve doğanın esenliği demek.
Türkiye’de en yaygın din, devlete taparlık. Özellikle, salt İslamcılığın koltuğu korumaya yetmediğinin ayyuka çıktığı 2014-2015’ten beri, yani AKP, MHP’nin koltuk değnekliğine muhtaç kaldığından beri böyle. O tarihten bu yana, geçmişte yalnızca sekülerlere resmi dogma olarak itelenen devletperverlik, en cırtlak tonundan İslamcılar tarafından da savunuluyor. Çünkü devlete taparlık her ayıbı örtmeye yetiyor, en başta da devletinkileri…
Erdoğan, ‘Allah’ın lütfu‘ darbe girişimini bahane edip kendi ‘şahsı‘nın kültünde cisimleştirdiği parti-devlet rejimini kurarken, aslında bu devlete taparlığı kendi zimmetine geçirdi yalnızca. Devletin hizmetkârı olması gereken kamu çıkarını da kendi kişisel ve zümresel çıkarına dönüştürdü. Bugün Anayasa Mahkemesi’nin bile denetlemekten imtina ettiği cumhurbaşkanlığı kararnameleri, sihirli değnekten bir tık kısa, Alaattin’in sihirli lambasından ise bin kat daha kudretli. Lambanın hakkı üçtü neticede, kararnamenin sonsuz canı var.
Kamuyla iletişimi sağlamakla yükümlü tüm kurumları ham-hum-şaralop yöntemiyle yutan Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı da bu yolla kuruldu mesela, 14 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle. Erdoğan ol dedi, oldu. Başına da, tek uluslararası yayını vaktinde mütevelli heyetinde olduğu üniversitenin (bir kez daha, sağolasın Davutoğlu!) akademisyenlerince derlenen bir kitapta yer alan, kariyerinden AKP’yi çıkarınca kalanı çay tabağını dahi doldurmayan bir ‘iletişim profesörü‘ atandı. Sonrasında da Nuh’un gemisini doldurur gibi pelikanı, çakalı çukalı dolduruldu, Saray’dan tahsisli gökdelene.
Mevcut düzenin ortak aklında, kamu çıkarı = parti-devlet çıkarı = Erdoğan’ın çıkarı. Kamu yıkıntının altında kaldığında da bu mantıkla ilk kurtarılacak Erdoğan’ın koltuğu ve parti-devletin selameti oluyor. Her türlü afet yönetiminin toplandığı AFAD, deprem sonrasında zor organize oldu mesela, ama rejimin propaganda ayağı, ambulanstan, kurtarma ekibinden çok önce vardı olay yerine. Rejimin beceriksizliğinin balçıkla sıvanamayacak gibi olduğu anlaşıldığında, önce sosyal medyanın fişini çekmeye çalıştı, kendisinden başka herkesi dezenformasyonla suçladı, daha sonra da o dillerinden düşürmedikleri ‘ajans‘lara başvurup ‘Asrın Felaketi‘ diye kampanya başlattılar.
Ortada bir ‘Asrın Felaketi’ olduğu doğru ama bu deprem değil, yüz yıldır zaten ite kaka giden idarenin, ‘bilen değil bizden‘ mantığıyla temelden çökertilmesi. İnşaata izin vereninden denetleyenine, enkazı kaldıranından yardım getirene kadar, her yerde en az bir ‘bilen değil bizden‘e rastlamak olası. En tepeden en aşağısına kadar… Neticede dört yıllık üniversite diplomasının replikası, bir mucize eseri gökten inen bir cumhurbaşkanımız var. O her şeyden anlıyorsa ona bağlı herkes de anlıyor sayılır, öyle bir herkese yeten içgörü.
Ama işte Allah’ın takdiri, pardon ‘kader planı‘ depreme yetmedi parti-devlet rejiminin kudreti. Rejimin acizliği, kapatılamaz hâle geldi.
Gelelim medyaya
Neyse ki, ayıbın üstünü kapatacak bir tek rejimin iletişim aygıtı yok, bizim medyamız tâ Özal zamanından beri hazırlıklı sahibinin sesi olmaya.
Medyamız derken elinde kamera gezip ona buna rastgele mikrofon tutan bozgunculardan bahsetmiyorum tabii. İletişim Dükalığı’nın 28 Şubat’tan kalma eleklerde eleyip turkuaz kartı bahşettiği ana akım medyamızı diyorum. Buna kazara AKP’nin şerrine uğrayıp soluğu muhalif medyanın ana akım namzetlerinde alan ekran yüzlerini ve köşecilerini de ekleyin.
Önce ecnebilerin ‘aşağıya sarkmış dallardaki meyve‘ dediği kolay hedeflerden başlayalım. Tüm varlığı, üçüncü sayfa haberlerine indirgenmiş, sırtına yelek, kafasına kask geçirilince kendini savaş muhabiri zannedenlerden bahsedelim…
Muhabir esasen gazeteciliğin özüdür, madeni o çıkarır, editör tayfası tıraşlamaya yarar, bizim gibi lüzumsuz köşeciler de anca parlatmaya. Muhabiri sağlam olmayan medya, temeli çürük bina gibi çöker. Bilhassa Özal zamanından beri, yani medya sahipliği gazetecilerin elinden kodamanların eline geçtiğinden beri, o depremde yıkılan mantar mimari apartmanlara döndü bizim medyamız; temeli çürük, tepesi cafcaflı. Muhabirlere de haber yapıp sürünmek yerine, tepeye tırmanıp ekran yüzü, köşeci olabilmek için sansasyon kovalamak düştü.
Deprem bölgesindeki muhabirler, şimdi çalışmadıkları yerden gelen sorularla sınanıyor. O sesi kısılan, temsil edilmeyen kamu, yayına müdahil olup mikrofonu kapıyor. Muhabir, o anda önceliği neyse, daha doğrusu neye şartlandıysa onu koruyor. Kamu çıkarını değil, devlet çıkarını, kanal çıkarını, kariyer çıkarını…
Bir de pornocu ekip var. Bunlar içine girdikleri her olayı kişiselleştirip cıvıklaştırma peşindeler. Aralarında realiti şov sunucusu da var, kapağında ‘bilmem kaç bin satıldı‘ yazan süpermarket edebiyatının yıldızları da. Bunun da en hasını yaşadık bin şükür, arama ekiplerine, “Ayy çok merak ettim, kim çıkmış” diye bağıranını da gördük, enkazdan çıkan kitabını görüp, “Çok ağladım, küfrede ede ağladım” diye şımarık şımarık ilgi çekmeye çalışanını da. Zaten hepimizin derdi kraliçenin ağlamasıydı şu ortamda, neyse yazdığı gazete ‘felakete iyi gelen filmler, podcastler’ dosyası yaptı, onu okur sağaltır kendisini, “Biz burada enkaz kaldırıyoruz sinyorita” diye kitap yazar üstüne.
Medyayı nasıl mı düzeltiriz peki?
Çok kolay, binaları nasıl düzeltecekseniz aynen öyle. Çürükleri yıkacaksınız, yerine temeli sağlam olanlarını yapıp denetim mekanizmalarını yeniden kuracaksınız. Mimar binada insan oturacağını, haberci de haberini insanın okuyacağını bilerek işini yapacak. Kişisel, sınıfsal, maddi çıkarı değil, kamu çıkarını önde tutacak. Yaptığı şamatayla değil, ürettiğiyle değer görecek.
Yapması zor mu, zor. Ama yapmayınca enkaz altında kalıyoruz işte, bir çıkaran da gelmiyor, çünkü parti-devleti kurtarmakla meşgul oluyor o sırada.
İlk olarak https://www.diken.com.tr/depremde-ilk-kurtarilacaklar-parti-devlet-ve-pornocu-medya/ adresinde yayımlanmıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın