Türkiye’nin son yıllarda seriye bağlayan doping skandallarına 2012 Londra Olimpiyatı’nın Aslı Çakır’dan sonraki bir diğer kahramanı Gamze Bulut’un da eklenmesiyle beraber doping meselesi yeniden ülke gündemine girdi. Aslında Türkiye’nin dopingle olan ilişkisi, bir süredir Rusya’yla beraber, özellikle atletizm dünyasında, tartışılıyor. Bu yazının konusu dopingin günceli değil. Bunu benden çok daha iyi yapacak/yapmakta olan gazeteciler var. Güncel bir okuma önerisi olarak Socrates dergisinin şu an piyasada olan sayısını önerebilirim. Benim yapmayı deneyeceğim şey, bir spor sosyoloğu olarak Türkiye’nin doping sorununun toplumsal-siyasal kökenlerini kurcalamak.
Dünyadaki doping vakalarına baktığımız zaman, karşımıza iki çok net vaka tipi çıkıyor. Bunlardan bir tanesi tamamen devlet merkezli olan sistematik doping (Doğu Almanya, Bulgaristan örneklerindeki gibi), diğeri ise sporcu-antrenör merkezli model (profesyonel bisiklet ve Batı dünyasındaki atletizm örnekleri). Türkiye’nin doping modelinin bunlardan ilkine daha yakın olduğunu düşünüyorum. Ancak bizim ülkemizin o modele dahil ülkelere kıyasla (ki şu anda Rusya, Belarus ve Kuzey Kore bu modelin takipçileri sayılabilir) önemli farkları var. Nasıl ki Türkiye’nin ekonomisi gibi doping sistemi de devlet eliyle yönetilen bir serbest piyasa olarak adlandırılabilir. Ama bunun da ötesinde dopingle Türkiye’nin siyasal kültürü arasında da ciddi bağlantılar olduğunu düşünüyorum.
Cezasızlık ve kazanma hırsı
Türkiye’de yüz yıldır var olan, ama özellikle 1980 darbesinden sonra yükselen, AKP rejimiyle birlikte ise şahikasına eren iki alışkanlık var; cezasızlık ve ne olursa olsun kazanma hırsı. Bu ikisi birleşince ortaya zehirli bir karışım çıkıyor. “Ne yaparsan yap, yeter ki kazan, yanına kâr kalsın” diye özetleyebiliriz bunu. Bunun hem devlet katında, hem de toplumsal olarak son derece muteber olduğunun milyonlarca örneğini vermek mümkün. 1915’ten başlayarak yüz yılda Türkiye’de olan ve devletin de dahliyle gerçekleştirilen tek bir toplu katliamın hesabı sorulmuş değil örneğin. Dahası bunların inkarı bile birçoklarınca gereksiz; zira “soykırım değil vatan savunması” ve “gerekirse yine yaparız.” Cezasızlık ve kazanmayı merkeze almanın getirdiği bir pişman olmama hâli bu, her an yeni bir katliamın sebebi ve sonucu. Bu yüzden 1930’larda olan 1990’larda, 1990’larda olan 2015–16’da yine olabiliyor. Türkiye’de bir milli mutabakatla hem devlet, hem toplum katında, çok farklı katmanlarca ortak olarak kabul edilmiş bir durum bu. Çoğu kez “varolma mücadelesi”yle meşrulaştırılan, ama bazen ona bile gerek duyulmayacak kadar içselleştirilmiş bir şey.
Sporun bununla ne alakası var diyenler olacaktır, illâ olur. Türkiye’de spor bu üstte anlattığım ruh hâlinden bir gün bile ayrı olmadı ki. Modern Türkiye’yle yaşıt olan modern spor, hep ulusun kendini kanıtlama, özgüven eksiğini kapatma ve aşağılık komplekslerine verdiği histerik tepkileri ifade aracı oldu. Bu yüzden bizim spor anlayışımızda, ne olursa olsun ve ne şekilde olursa olsun kazanmak var. Mesela katılmak bu işin hiçbir zaman bir parçası olmadı. Spor kulüpleri sözgelimi sağlıklı yaşam için değil, “Türk olmayanları yenmek” için kuruldu. Bir spor kulübü için en övünülen başarı, bağımsızlık savaşında silah taşımak oldu. Bu belki Osmanlı’nın başkentinin işgal altında olduğu günler için normal, ama şu ana kadar yüzleşilmiş ve normalleştirilmiş bir şey değil.
1980’ler Türkiye’nin o başedilmez aşağılık kompleksinin tavan yaptığı bir diğer dönemdi. Zira Kıbrıs işgali ve darbe nedeniyle ABD dışındaki tüm dünyadan soyutlanmıştık, ekonomimiz iflas etmişti ve gururlanabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Turgut Özal ve iş dünyasındaki prenslerinin spora dört koldan dalışı bu koşullarda oldu. Cuntanın toplumsal hareketlerin yerine koyduğu spor, aynı zamanda Türkiye’nin Batı nezdinde var kabul edildiği tek tük alandan biriydi. Lakin, sporda son derece başarısızdık ve gidip gidip rezil olmak ulusa pek de iyi gelmiyordu. Görevi cuntanın icazetiyle devralan Özal iki önemli adım attı; birincisi en popüler dal olan futbola yatırıma başladı. Diğeri ise acilen ulusa kendini iyi hissettirecek bir başarı aradı. 1988 Seul Olimpiyatı öncesi Bulgaristan’a bir milyon dolar verip Naim Süleymanoğlu’nu yarıştırmanın altında bu yatıyordu. Tabii Türkiye, Bulgaristan’dan yalnızca Naim’i değil, Doğu Bloku’nun doping kültürünü de devralacaktı. Bunun sonuçları Naim’le değil ama daha sonra çıktı.
Sporcunun doping mecburiyeti
Şunun altını çizelim; Türkiye’de sporcu, sporun edilgen bir aktörüdür. Zira zaten ülkenin eğitim sisteminden ve aileden özgüvensiz çıkmışken, sporcu olarak sağ kalmasının tek yolunun otoriteye -sık sık telaffuz da edeceği- bir biat olduğunu kısa sürede fark eder. Benimsenen “devletimiz, büyüklerimiz” anlatısı aynı zamanda doping sisteminin bir çarkı olmanın ilk adımıdır. Dolayısıyla Türkiye’deki dopingçilerden bir Lance, Marion Jones ya da Ben Johnson özgüveni, egosu beklemeyin. Onlar devasa kazanma çarkının kısmen bilinen, kısmen isimsiz parçalarıdırlar. Bu durum, Türkiye’deki ödül yönetmeliği ile de sağlamlaştırılır. Madalya merkezli sistemde, kazanmayana mama yoktur. Süreyya Ayhan’ın son röportajındaki “”Küçüklükten beri biliriz. Devlet bizim babamızdır ve biz onların çocuğuyuzdur, sahip çıkılması lazım” cümlesini iyi okuyun. Bu cümlede Türkiye’deki doping sistemine dair çok şey bulacaksınız. Aynı şekilde, Pekin’de gümüş madalya alan boksör Atagün Yalçınkaya ve tekvandocu Bahri Tanrıkulu’nun “milletimizden özür dilediğini” hatırlayın. Aslı Çakır ve Gamze Bulut’un daha altın-gümüş sevinci yaşamadan ellerine tutuşturulan telefonda Başbakan’a rapor verişini de… Dopingin sporcu için nasıl tek çare hâline geldiğini göreceksiniz.
Yanına kâr kalmak…
Cezasızlık meselesine geri dönelim. Dopingli sporcular bağlı oldukları uluslararası kuruluşlardan ceza aldı, ancak Türkiye’de herhangi bir itibar kaybına uğradı mı? Süreyya Ayhan belki bunun yegane örneğidir. Mesela futbolcu Ayhan Akman’ın 1996’da anabolik steoroid kullanmaktan ceza aldığını kaç kişi bilir? Hidayet Türkoğlu’nun doping yapmış olması Cumhurbaşkanı’yla gösteri maçlarında top koşturmasına engel olmuş mudur? Nevin Yanıt dopingli çıktıktan sonra genç sporculara mentorluk yapmasına mani olunmuş mudur? Aslı Çakır’ın spor salonuna verilen adı geri alınmış mıdır? Halil Mutlu’nun Halter Federasyonu seçimlerine katılmasına itiraz eden olmuş mudur?
Size çok basit iki örnek vereyim. Halil Mutlu ve Ayhan Akman’ın internet kullanıcıları tarafından hazırlanan Vikipedi sayfalarına bakalım. İngilizce versiyonlarla Türkçe versiyonlar arasında bir küçük fark var. İngilizce’de bahsedilen doping cezalarından Türkçe’de bahsedilmiyor, başarıları ise ballandıra ballandıra anlatılıyor. Bu bizim dopingli sporculara bakış açımızın küçük bir özeti. Dopingi unutmamız için ekstra çaba harcamamız bile gerekmiyor. Bizi yalnızca başarılar ilgilendiriyor.
Dopingi spor içinden çözmek mümkün değil. İstediğiniz tedbiri alın. Önce Türkiye’nin kurumsal ve toplumsal her köşesine sinmiş ne olursa olsun kazanma hırsından ve cezasızlık geleneğinden kurtulmanız gerekiyor. Türkiye halkı için dopingli sporcu kahraman, dopingle yakalanmak ise talihsizlik olduğu sürece bu ülkede doping sistematik olarak varolacak. Bu bizim kendimizle yüzleşmemiz gereken bir yığın konudan biri yalnızca. Şu anki politik atmosferde dopingin bir anda patlamasına da şaşırmayın. Tüm hilesi, toplumun ezici çoğunluğunun aşağılık kompleksini kaşımak ve onlara yersiz, temelsiz ve hırçın bir özgüven pompalamak olan bir rejim tarafından yönetiliyoruz. Türkiye’de berbat olan her şey gibi doping de bu zehirli ortamdan beslenecekti. Öyle de oldu.
İlk Yorumu Siz Yapın