Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına tesadüf eden 2023, aynı zamanda ona hâlâ Cumhuriyet deyip diyemeyeceğimizin en önemli sınavına sahne olacak muhtemelen. Bana sorarsanız Modern Türkiye tarihini başlatan 1908 Devriminden beri ite kaka yürüyen demokrasimizin en büyük kavşaklarından birine geliyoruz. Türkiye ya demokratik, laik, hukuk devleti olma vasfını tamamen kaybedecek ya da bir otokratik parti-devlet rejimini seçimle yıkan az sayıdaki ülkeden biri olarak tarihe geçecek.
Ülkemiz, Sırat Köprüsünden geçmeye yaklaşırken, bu süreçte tarihi sorumlulukları olanların bu göreve ne kadar hazır olduklarını düşünmek insana acı veriyor. Zira şu ana kadar gördüğümüz, yanlış yapılabilecek her şeyin yanlış yapıldığı ve ‘devranın dönmesi‘nin yirmi yıldır tepe sersemi olmuş Türkiye halkının insafına bırakıldığı. Oysa bu süreç aklı başında bir şekilde yönetilse, ülkeyi iflasın eşiğine getirmiş ve garabet bir parti-devlet rejimini, sırf bir kişi kültünü var edebilmek için ülkenin sırtına kambur gibi oturtmuş, gerçeklikle de izanla da bağını çoktan koparmış bu iktidarı davul-zurna eşliğinde yolculardık. Şimdi ise topu ayağına verdiklerimiz, şutu boş kale yerine taca atar mı diye düşünüyoruz.
Söz sanatının altını az kısıp, daha somut anlatayım. Bundan sonraki dönem için, bu ülkenin kurumsal muhalefetinin iki seçeneği var(dı); eski düzenin restorasyonu ya da yeni bir demokrasi projesi. Bunlardan birincisi, aslında beraberinde müthiş ve onulmaz bir anakronizmle geliyor. AKP iktidarda yirmi yıl kalmış ve bu ülkenin hem idari hem siyasi yapısını iğdiş etmiş bir parti. AKP öncesi dönemin hiç matah olmaması bir yana, o döneme dönülmesi de mümkün değil. Yirmi yılda, servet transferleriyle bu ülkenin burjuvazisinin kimyası değişti, siyasi eksenleri yerinden oynadı, yirmi yıl önce konuşulan pek çok şeyin bugün hükmü dahi yok. Ki, 1990’ları görmeyenler için tekrar edeyim; özlediğinizi sandığınız şey gerçekten çekilir bir şey değil. AKP döneminin ondan kötü olması, o dönemi yeğlenebilir kılmıyor. Eski Türkiye nostaljisinin şakası neyse de, gerçeği hiç çekilmiyor. AKP’nin Yeni Türkiyesi ile Eski Türkiye arasında yapılan her tercih yenilgiyle biter. Bizim toplumumuz, şu koşullarda bile 1990’lardan çok daha fazlasını talep edebilecek bir toplum. Yirmi yılda, demokrasinin gırtlaklandığı yıllarda dahi çok şeyi konuştuk, çok fikir ürettik, çok yol aldık. Bizim artık yeni bir ülke talep etmemiz gerekli.
İşte bu noktada ikinci opsiyona geliyoruz. Kurumsal muhalefetin elindeki diğer seçenek, eskiyi restore etmektense yeni bir demokrasi için zemin yaratmak(tı). Bunun birinci adımı, AKP-MHP dışındaki tüm paydaşlarla, ki buna yalnızca siyasi partiler de dahil değil, bir arama süreci başlatmak ve sonunda bir ilkeler bildirgesiyle çıkmaktı. Yeni bir Anayasa için asgari müşterekler, devlet yapısı, temel hak ve özgürlükler, yeni parlamenter sistem ve seçim sistemi, yalnızca bu kadar. Seçime girecek partilerden bu ilkeleri kim destekliyorsa bir protokol imzalanırdı ve bu protokolü hayata geçirmeyi taahhüt eden herhangi biri aday olarak çıkarılırdı. Sonrası ise Kurucu Meclis’e kalırdı.
Bu seçenekler arasında tercih yapma görevi, ana muhalefet partisine ve onun liderine düştü yaşadığımız süreçte. CHP’nin ve lideri Kılıçdaroğlu’nun bugüne kadarki siyasi karnesi, doğru seçimi yapacaklarına dair şüphe uyandırıyordu, ancak bu kadarını da becerebileceklerini umuyorduk. İşin doğrusu ecnebilerin ‘wishful thinking‘ dediği aşırı iyimser düşüncenin de etkisi vardı bu umutta. İnsan umut etmezse kendini kesecek gibi olduğunda, mecburen umut ediyor bazen. Olmayacak duaya da ‘amin‘ denir de, biz biraz kese kağıdına yazılmış alışveriş listesine ‘amin‘ dedik mecburiyetten…
Ancak karşımıza ilkelere dayanan demokratik bir süreç yerine kapalı devre bir Altılı Masa çıktı. Bu masanın beşli olmadığına bazen çok üzülüyorum, çünkü ‘beş benzemez’ denmeyi çok hak ediyor aslında. Birbirinden farklı siyasi çizgilerdeki partilerin yeni dönem için uzlaşması kötü bir şey mi peki? Beş benzemez olmaları elin kesin kaybedildiği anlamına mı gelir? Hayır, kesinlikle değil. Açıkçası diğer seçenekte daha bile birbiriyle alakasız kesimlerin uzlaşması gerekir, dolayısıyla sıkıntı orada değil. Problem şurada, şeffaf olmayan ve ilkelere dayanmayan bir sürecin vereceği bazı kaçınılmaz sonuçlar var. Birincisi, ilkelerin olmadığı yerde çıkarlar devreye girer. Bununla bağlantılı olarak ikincisi, söylenenlerin kamuya açık kaydının olmadığı yerde taahhütler suya yazılır. Daha amiyane tabirle ifade etmem gerekirse, Altılı Masa ‘gücü yeten gücü yetene‘ esasıyla çalışıyor, masadakilerin birbirini satmayacağı varsayımıyla iş yapılıyor. Herkes üzüm yemeye oturmuş gibi görünüyor ama sandalyelerin arkasında sopayı da hazır tutuyorlar.
Burada, yenmesi ümit edilen üzümün cinsini de kurcalamak gerekir. Altılı Masanın ortak hedefi nedir? Güçlendirilmiş parlamenter sistem, tamam. Ama bir de bu hedefi kotaracak merci meselesi var, yani siyasi iktidar, yani Cumhurbaşkanı ve hükümet. Orada devreye Cumhur İttifakı giriyor. Altılı Masa ile Cumhur İttifakının aynı şey olup olmayacağı belirsiz, aynı şekilde Cumhur İttifakının seçimden sonra bir koalisyona dönüşüp dönüşmeyeceği de oldukça flu. Kaldı ki, düğümü çözmesi kesin gözüken HDP’nin seçim sonrasında nasıl bir rol üstleneceğini daha konuşmadık bile.
İşin karıştığı, karıştıkça da pisleştiği yere geldik. Masada birileri, yani Demokrat Parti, DEVA, Gelecek Partisi ve Saadet Partisi, kendi temsil güçlerinden fazla nispette pay koparmaya çalışıyor. Bu pay, bir sonraki hükümette bakanlık da olabilir, eski devirde karıştıkları suçlardan azat edilmek de, iktidarın politikasına etki etmek de… Kendi aritmetik paylarından ne kadar fazlasını alırlarsa kâr. Süreç ilerledikçe, bu partilerin CHP’den taahhüt koparması gerekecek. Çünkü masadaki kartlar açıldığında, onlara gerek olmadığı ortaya da çıkabilir. Şu an için bu tarafta durup, karşı tarafa geçmemelerinin ittifak için hayati olduğu argümanını satabildikleri kadar satmaları gerekiyor. Diğer taraftan, seçimden sonra gerçekten hayati oldukları ortaya çıkarsa, pazarlıkların dozunu arttırma şansları her zaman bâki.
CHP ile İYİP’in dinamiği ise biraz daha farklı. İYİP’in potansiyel oy oranı, farklı anketlerde farklı şekilde çıkıyor ama CHP’nin ortalama 5-6 puan gerisinde olduğu varsayılabilir. Bu makasın açılıp kapanması, iki parti arasındaki dengeyi ciddi şekilde etkiler. Mevcut görüntüde Meral Akşener’in başbakanlığı (ve birkaç icracı bakanlık) İYİP’i keser gibi duruyor. Ancak makas kapanırsa ve dahası AKP-İYİP toplamının yüzde 50’yi aştığı anlaşılırsa, o işin orada kalma ihtimali kanımca yok. Bu durumda İYİP, hem koalisyon pazarlıklarını iki tarafla da açabilir (tıpkı daha önce ittifak pazarlığında yaptığı gibi), hem de mevcut her hükümet senaryosunda İçişleri Bakanlığı’nı koparabilir. Restorasyoncu bir hükümette İçişleri Bakanı’nın İYİP’ten olması, devlet içi her türlü yapıyla bağlantı kapısı açar ki vaktinde Susurluk’la iç içe geçmiş bir siyasi hareketin böyle bir iktidara sahip olması, devletin işleyişinde epeyce belirleyici olur. Şu an derin devletin fokur fokur kaynadığı bir dönemde, İYİP’in İçişleri’ni alıp almayacağını bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey var; 1980 darbe sath-ı mailine girildiğinden bugüne, İçişleri Bakanlığı hiçbir zaman sağcı olmayan birine gitmedi. Başta Kürt sorunu olmak üzere, çözülmesi acil her problemi bunun üzerinden okuyabilirsiniz. Bu zihin jimnastiğini fazla zorlama bulabilirsiniz ama benzer tepkileri AKP-MHP ittifakının gelmekte olduğunu söylerken de alıyordum, hem de hayali bir AKP-HDP ittifakına karşı hayali bir CHP-MHP ittifakını destekleyenlerden…
Buraya kadarki kısım koalisyonla ilgili kısımdı, buraya ilerleyen zamanlarda tekrar döneriz. Bir de şimdi yaşadığımız kısma bakalım, yani Cumhurbaşkanlığı tartışmasına. Öncelikle şunu bir söyleyelim; mevcut sistemde Cumhurbaşkanlığı, ağır bir sopa. Ona sahip olana keyfi ve zorbaca bir güç veriyor, zaten bu sistem sırf bunun için yaratıldı. Bu sopanın kimin eline geçeceği, ne olursa olsun mühim bir konu. Bizim tarihimizde, bununla ilgili çok net bir örnek var; 27 Mayıs sonrası Turancıların, kolay yönetilebilir olduğunu düşündükleri için Cumhurbaşkanlığına taşıdıkları Cemal Gürsel’in, başta Türkeş olmak üzere cuntadaki askeri rejim heveslilerini dünyanın uzak köşelerine ‘diplomatik görevle göndermesi‘, yani sürmesi. Mesela Ümit Özdağ’ın Japonya’da doğmuş olma nedeni bu, babası Muzaffer Özdağ’ın Tokyo’ya sürülmesi.
Herhangi bir ilkesel ortaklığın ve imzalanmış bir protokolün olmadığı ortamda, ki böyle bir protokol bile kamunun şahitliği olmadan bir anlam ifade etmez, kimse kendi kalesine gol atmak istemiyor. Durum böyle olunca da Cumhurbaşkanının kim olacağı meselesi bir türlü çözülemiyor. Normal koşullarda, adayın ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu olması beklenebilirdi. Kılıçdaroğlu hâlâ en kuvvetli ihtimal, ancak taşlarını kendi döşediği süreç yüzünden bunu bir türlü açıklayamıyor. Dahası, Cumhurbaşkanı adaylığı konusu, hem Altılı Masa içinden, hem de dışından müdahalelere uğruyor.
CHP, kendisini merkez sol olarak tanımlayan ama içinde merkez sağ politikacıların da bulunduğu bir parti. Altılı Masa ise CHP’nin liderliğinde olan, ancak CHP dışındaki tüm partilerin sağ parti olduğu bir yapı. Durum böyle olunca, en basit mantık bile, diğer beş partinin CHP’yi kendi içinden sağcı bir aday göstermeye zorlayabileceğini söylüyor. Pratikte de bunun böyle olduğunu görüyoruz. Mansur Yavaş’ın adaylığı konusu, İYİP tarafından sık sık ısıtılıp masaya getiriliyor. En son Habertürk canlı yayınında İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu, Mansur Yavaş ismini telaffuz etti. Bunun tesadüfen ya da kişisel bir inisiyatif sonucu olduğunu düşünmek saflık olur.
Mansur Yavaş ismi, Altılı Masa dışından da sürekli dürtükleniyor, en çok da Ümit Özdağ tarafından. Zafer Partisi hakkında daha önce yazmıştım, tekrar olmasın, ama bu partinin AKP’ye karşı muhalefet ettiğini iddia edip, Erdoğan’dan soracağı hesapları sürekli Kılıçdaroğlu’ndan sorması artık günlük bir olay hâline geldi. Özdağ, belki Mehmet Ali Çelebi gibi açıktan Erdoğan’a destek vermiyor ama her dediği bir şekilde onun çıkarına oluyor. Ümit Özdağ’ın biteviye Mansur Yavaş ısrarı, bir ülkücünün diğer ülkücüye desteği olarak düşünülebilir ama Kürt seçmenden oy alamayarak Erdoğan’a seçim kaybedecek bir adayı ortaya atma çabası olarak da okunabilir, hele ki Zafer Partisinin Cumhur İttifakının oyunu bölmek dışında bir stratejisi olmadığı düşünüldüğünde. Kaldı ki İYİP’in Yavaş ısrarında da benzer bir sigortasının olduğunu kaydetmek lazım, Yavaş-Erdoğan yarışında, İYİP’in kazananın tarafında yer alma opsiyonu her zaman var.
Bunun üzerine bir de Beşli Çetenin Kılıçdaroğlu’nun adaylığını engellemeye çalıştığı iddiasını koyalım. Hoş, iddianın sahibi eski ANAP’lı ve AKP’li Feyzi İşbaşaran’ın şu an Kılıçdaroğlu’nu desteklediği düşünülürse, bu iddianın kanıtını beklemek gerekir. Ama son dönemde Beşli Çeteyi doğrudan hedef alan Kılıçdaroğlu’nun bu yeni oligarşik yapıdan çelme yeme ihtimalini de yok görmemek mantıklı olur.
Kemal Bey kusura bakmasın ama, şu an kendi kazdığı çukurda debeleniyor. Kılıçdaroğlu’nun ortayolculuğu, parti-devletin meşruluğunu reddedemeyen basiretsiz siyaseti, sağcılara mavi boncuk dağıtarak yüzde elliyi tutturabileceğini zannetmesi, bugün karşısına anlamsız engeller çıkarıyor. Kemal Bey, etrafına o kadar çok sağcı doldurdu ki, o sağcıların kendisine karşı birleşebileceğini unuttu. Dahası, bu sağcılarla kurduğu kapalı devre ittifaklarda yalnız kaldığında, sırtını dayayabileceği bir kamuoyu desteğinden yoksun kaldı. Üstelik, bu cendereden adaylığı zor bela çıkarsa ve seçimi kazansa bile, sonrasında sağcı partnerlerinin izansız talepleriyle ve AKP’yle işbirliği tehditleriyle uğraşmak zorunda kalacak. CHP ve Kılıçdaroğlu, Erdoğan sonrası iktidar için çok fazla borçlandı, iktidar gelse bile o alacaklılar kapıda kuyruk olacak. Buna benzer bir durumu, 2014 yerel seçimlerinde de yaşamıştık. Kemal Bey, Gezi’nin rüzgarını ardına alıp toplumsal muhalefetle geniş bir ittifak kovalayacağına, sağcılarla kapalı devre anlaşmalar yapıp, olmadık yerlere olmadık adaylar göstermek zorunda kalmıştı. Aradan geçen sekiz yılda çok şey oldu, ama Kemal Bey hatalarından hiçbir şey öğrenmemiş gibi gözüküyor. Oysa, bu ülkenin halkı, artık insan muamelesi görmek, insan gibi yönetilmek ve insan gibi yaşamak istiyor. Bu kadarcık şeyin etrafında ortaklaşıp, halk desteğini alacağına merdiven altında kapalı devre masalar kurmasının acısını ise muhtemelen hep beraber çekeceğiz.
Cumhurbaşkanı adaylığı tartışmasında derin devletten oligarşi çetelerine kadar herkes var, bir tek halk yok. Halkın olmadığı yerden demokrasi çıkabileceğine inanmayı ise artık iyimserlik dahi kaldırmıyor.
İlk olarak https://www.diken.com.tr/duzenin-carklarina-sikisan-cumhurbaskani-adayligi/ adresinde yayımlanmıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın