O meşhur ‘seçim sathı mâili‘ne iyiden iyiye girdik. Artık cumhurbaşkanı adaylarını da milletvekili aday listelerini de biliyoruz üç aşağı beş yukarı.
Ciddi sayıda insanda, özellikle de muhalif seçmende, ‘Bilmeseydik iyiydi‘ duygusunun belirdiğini sosyal medyadan gözlemlemek mümkün. CHP’nin listeleri, tamamen pragmatik nedenlerle sağcı ve İslamcı adaylara açıldı. Bazı parlak isimler, özellikle de partideki kadın adaylar liste dışı kalırken, Milli Görüş, MHP ve AKP geçmişi olan başka isimler listelerde kendilerine seçilecek sıralardan yer buldu. “Eşcinsellik hastalıktır” diyen eski bakan Aliye Kavaf, “Erdoğan’la birlik olmayalım da domuz eti yiyenlerle mi birlik olalım?” diyen eski MHP’li Cemal Enginyurt, bakanlığı döneminde deprem bölgesinde bugün onlarca kişiye mezar olmuş bazı binaların temelini atmış eski AKP’li Sadullah Ergin gibi…
Bunlar yenilir yutulur isimler değil kuşkusuz, sırtlarında devr-i sabık bagajıyla geliyorlar. Kendileri için bir sıkıntı olduğunu sanmıyorum, zira sağcılık böyle bir şey, ama seçmen için ciddi bir baş (hatta mide) ağrısı kaynağı oldukları kesin. ‘Bas geç, tatava yapma‘nın bile hudutları zorlanıyor (Ha bu arada, Mustafa Sarıgül de aday tabii).
Listelerin bu şekilde oluşmasını meşrulaştırmak değil ama açıklamak mümkün. Daha önceki yazılarda da belirttiğim gibi, Kılıçdaroğlu ve CHP yolun daha en başında stratejik bir hata yaptı. İlk seçimine girecek ya da önceki seçimlerde yüzde 1’in altında kalmış partileri peşine takacağına, yanına oturttu. Bu belki nezaket kuralları içinde açıklanabilir ama siyaset bu kadar nazik olmayı kaldırmıyor. Sonuç olarak iktidar namzeti CHP, kendisini beş sağcının içinde azınlıkta buldu. Meral Akşener’e düzenletilen ‘erken öten horoz‘ darbe girişimi başarılı olsaydı ittifakın iplerini de cumhurbaşkanlığını da kaptırıyordu.
Kılıçdaroğlu, o girişimden hasarsız, hatta güçlenerek çıktı ama olan bitenin faturasını partisine yıkarak… O gün Meral Akşener’in arkasına takılıp Kılıçdaroğlu’nu kıskaca almayan dört küçük sağ parti, bugün o günkü desteğin diyetini, listeler üzerinden CHP’ye fazlasıyla ödetiyor. Altılı Masa’yı kurarken yapılan mühendislik hatası, masayı yıkmadı ama bacaklarının dingildemesine neden oldu. Bundan sonra artık kısa bacaklara gazete sıkıştırarak seçime kadar yola devam edilmek zorunda. Oldu yani artık bir kere olan.
Ancak bu CHP seçmeninin, daha genelinde muhalif seçmenin (mesela Kılıçdaroğlu’na destek verecek Emek ve Özgürlük İttifakı seçmeninin) itirazlarını dillendirmesine engel değil. Bunun illa seçmen davranışına yansımasına gerek yok, ‘Ya herro, ya merro‘ demeden de siyaset yapılabiliyor, hatta genelde öyle yapılıyor. Ama bu mücadele etmemek demek de değil.
Yine eski yazılarda sık bahsettiğim bir konu, Türkiye demokrasisinde bir türlü giderilememiş bir arıza var. Bizim demokrasimiz bir sandık demokrasisi. Halk, seçimden seçime sandığa gidiyor, kendisini yönetecek seçkinleri belirliyor, sonra da köşesine çekilip o seçtiklerinin kendisine ettiği muameleye maruz kalıyor. Bir sonraki seçimde -belki- cezalandırıyor. Bunun dışında, günlük hayatın içindeki yorumlar ve pratikler haricinde siyasete katılmadığı gibi siyasete katılanı da ayıplıyor. Yani bir bakıma bizim demokrasimize, ‘seçimli oligarşi‘ de denebilir.
Bu meşrulaştırılacak, normalleştirilebilecek, olumlanabilecek bir şey değil. Buna ne kadar demokrasi denebilir, orası bile tartışmalı. Buna demokrasi dememizin nedeni, yönetim şeklinin kendisi değil aslında, halkın kendisine bırakılmış azıcık alanı canı pahasına savunması. Türkiye’de o kadar darbe oldu, cunta yönetimleri bile seçimlere doğrudan karışmaya cesaret edemedi. Ülkemizde seçime doğrudan tek müdahale, 2019 İstanbul seçimlerinde geldi, onda da halk cezayı ağır şekilde ödetti.
Parti-devlet düzeni ve onu mümkün kılan ittifak sistemi geldiğinden beri, sandık demokrasisinin içinin daha da boşaltıldığına tanık olduk. Hatta daha öncesinde, Erdoğan’ın kaybettiği 2015 Haziran seçiminden sonra bu yola girildi. Partiler, hiçbir ideolojik yönelimi olmayan, tek derdi yüzde 50’ye ulaşıp koltuğa oturmak/tutunmak olan yapılara dönüştüler. Gerektiğinde koyu Kemalistle İslamcıyı, gerektiğinde Hizbullahçıyla ulusalcıyı aynı kampa mecbur eden Makyavelist bir sistem çıktı ortaya.
Bugün yaşadığımız seçim süreci, Erdoğan koltukta oturmaya devam edebilsin diye dizayn edilmiş bu garabetin dikişlerinin patlama noktasına geldiğini gösteriyor. Parti-devletin ittifaklı siyasetsizliğinde, yalnızca ülke yönetilemiyor değil, yöneticileri bilinçle seçmek de mümkün değil. Yanlış olmasın, bu sistemin bir arazı değil, özelliği.
Bu sisteme son bir kez tahammül edebiliriz, yani etmek durumunda kalıyoruz. Brezilya seçimlerinde faşist Bolsonaro’ya karşı mücadele edenlerin sıklıkla söylediği gibi ‘Cennetin kapılarını açmıyoruz, cehennemin kapılarını kapıyoruz’. Evet, ama ‘ama‘sı var…
Şu kesin: Bu garabet sistemin ve müsebbiplerinin gidişi için halk iradesi oluşmuş vaziyette. Bu irade de çok yüksek ihtimalle sandığa yansıyacak. Bunu anketlere bakarak söylemiyorum, zira o anketlerin sağlıklı sonuç verdiğini düşünmüyorum (bunu başka bir yazıda tartışacağım). Türkiye, parti-devlet rejimiyle ‘batık devlet‘ (failed state) olma yoluna girdi. AKP’liler dahil, kimsenin bu ülkenin bu şekilde dört sene daha yönetilebileceğine inandığını zannetmiyorum. Mesele buraya geldiğinde, ideolojik ve kimliksel katılıklar terk edilebiliyor. ‘Asla x’e oy vermez/m‘ler çöpe gidiyor. Türkiye ile ilgili en büyük akademik yanılgı, yüz yıl içindeki hegemonya denemelerinin kutuplaşmayla açıklanmaya çalışılması. Mevcut tahakkümü de kutuplaşma diye paketleyen çok var. Ama bunlar, açıktan toplum mühendisliği denemeleri olmadığı sürece, ülkede seçmen davranışlarının hayli değişken olduğu gerçeğinin üstünü örtmemeli.
Bu seçim, biz bu garabet rejimin sonunu getirmek için sandığa gideceğiz, yüksek ihtimalle ya sabır çekerek, kerhen, sonradan “Elim kırılsaydı” diye söylenmeyi göze alarak. Bu seçim bir değişim seçimi değil, zaten mevcutların o değişimi yapmasına da imkan yok. Bu seçim, bir ara seçim, ara rejimi sonlandırma seçimi. Bu seçimin galibi de, mağlubu da, masada kaldığı sürece bir ya da birkaç el daha oynama şansı olduğunu biliyor. Keşke kurumsal muhalefet, bir ‘kurucu meclis’ iradesi oluşturabilseydi ama ‘restorasyon hükümeti‘ yolunu tercih ettiler. Asıl yapılacak işi, birkaç yıl sonraya ertelediler. Bana sorarsanız 2025’te Türkiye’yi bir genel seçim daha bekliyor. Müneccim kakaosu yediğimden değil, bu seçimin çimentosunun 2024’teki yerel seçimlerde kuruyacağını bildiğimden, genelde öyle olur. Ona göre de yeni pozisyonlar alınır, kendini güçlü gören erken seçimi bastırır.
Kurumsal muhalefet, ahvâl-i âdiye dahilindeki çiftleşme dansını yapadursun, toplumsal muhalefetin ‘paşa paşa oy vermeye‘ giderken dahi söylenmesi, memnuniyetsiz olması kötü bir şey değil, aksine gerçek demokrasi adına çok iyi bir şey. Çünkü siyaset yapılabilen koşullarda, bu söylenmenin bir sonraki adımının örgütlenme olması beklenir. İnsanlar hoşnutsuzluklarını ifade edebildikleri ölçüde kurumsal siyasete katılım gösterme eğilimi gösterirler. Bu katılımı gösterdikleri zaman da, o siyaseti dönüştürme umudu doğar. Sandık demokrasisinden kurtulabiliriz yani.
Ama şu an maalesef orada değiliz. Şu an kaşını kaldıranı gözaltına alan, satırla gezenin ise sırtını sıvazlayan mafyalaşmış bir parti-devlet rejimine karşı hayatta kalma mücadelesi veriyoruz. Fakat bu seçimden sonra, klasik rolümüzü oynayıp köşemize dönmeyi reddetmemiz gerekiyor artık. Siyaseti seçkinler oligarşisi olmaktan çıkarmadığımız sürece gerçek bir demokrasimiz olmayacak.
Bu kerhen seçimin gizli galipleri, kimseye eyvallahı olmayanlar olacak. Kısa ve orta vadede, ana akım ittifakların dışında yer alan partileri büyük kazançlar bekliyor olabilir. Bu yazıda hiç bahsetmediğim HDP ve TİP hakkında seçime kadar ayrı birer yazı yazmayı planlıyorum. Açıkçası ittifak ve ortak liste tartışmalarının biraz yatışmasını bekledim. Yine ayrı bir yazıda, kendi oyumu nedenleriyle açıklayacağım. Bunun okuyucuya karşı dürüstlüğün bir gereği olduğunu düşünüyorum.
İlk olarak https://www.diken.com.tr/erken-secim-degil-kerhen-secim/ adresinde yayımlanmıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın