Aslında geçen hafta FIFA ve benzeri spor yönetim mekanizmalarının ezeli-ebedi çürümüşlüğünün sınıfsal temellerinden bahsetmeye söz vermiştim. Ancak, ülkemizin gündemi iki dakika rahat durmadığı için bu konuyu bir hafta ötelemeye karar verdim.
Beşiktaş-Bursaspor maçı öncesi çıkan olaylar, memleketin futbol kamuoyunda tam beklendik ve bildik şekilde yer buldu. Bir tarafta kan kokusu almışlığın dizginlenemez vampirik iştahıyla kanlı fotoğraflar sağa sola servis edildi, ekranlarda dakikalarca döndürüldü, dev poster tadında sayfalara basıldı, ?resimleri için tıklayınız? pornografisine alet edildi. Diğer tarafta bunları yapanlar sanki kandan beslenen kendileri değilmişçesine timsahî göz dolmuşluğu eşliğinde asayiş bekçiliğine soyundu ve sporda şiddetin nasıl önleneceğine dair naftalin kokulu reçeteler sundular. İlk yapılanı cezalandıracak bir metafizik kuvvetin olduğunu umuyor, ikincisinden bahsetmek istiyorum.
Bugün futbol sahalarında ve etrafında yaşanan şiddet, klasik olarak bağlamından soyutlanarak bir asayiş problemi olarak ele alınıyor. Sanki futbol maçlarında olayları uzaydan gelen ve bu ülkede doğup yetişmemiş insanlar çıkarıyormuş gibi, sorunun kaynağı futbolun, futbol taraftarlarının yamacında aranıyor. Durum böyle olunca ortaya konulan çözüm önerileri de aynı sığlıkta olabiliyor. Bu hafta spor basınının beylik isimlerinden, yine aynı bildik önerileri dinledik. Yeni yasa çıksınmış, polisiye önlemler alınsınmış, bakın İngiltere?de böyle miymiş? Zaten malumunuz, bu konudan bahsederken İngiltere?yi örnek vermek zorunlu, konuşanın İngiltere?deki durumdan zerre haberinin olmaması hiç önemli değil. Cümlenin ?Bakın İngiltere?de izliyoruz? diye başlaması her türlü avallığı görüş statüsüne yükseltiyor.
İngiltere?deki durumun aslını bu sayfalar da dahil, daha önce birçok yerde anlatmışımdır. İngiltere?de 1980?lerde patlak veren tribün olayları, büyük oranda neo-liberal politikalarla geleceksiz bırakılan, her türlü güvenceden soyutlanan gençliğin içgüdüsel tepkisiydi. Bunda kuşkusuz Margaret Thatcher hükümeti tarafından kasıtlı olarak militaristleştirilen, terörize edilen gündemin de etkisi vardı. İngiltere?de 1800?lerden beri bir çete kültürünün varlığından bahsedilebilir belki, ancak adam dövmek için yurtdışına giden holiganların 1980?lerin başında pat diye ortaya çıkmasında Maggie?nin iktidarını kurtaran Falkland Savaşı sırasında yaratılan milliyetçi toplumsal isterinin rolünü görmemek olmaz. Aynı Maggie ?ki futboldan da en az işçi sınıfından nefret ettiği kadar nefret eder-, kendi neden olduğu tribün olaylarını sosyal bağlamından kurnazca soyutlayacak ve yeni bir yasayla futbolu zenginlerin eğlencesi hâline getiren düzenin temellerini atacaktır. İngiliz muhafazakârlarına göre sorun yaratanlar ?yani fakirler- futbola ulaşamazsa, futbol da sorun olmaktan çıkar. Prömiyer Lig dediğimiz bu zihniyetin ürünüdür. Mesele herhangi bir sorunu çözmek değil, sorunun kaynağını futbol kadar görünür olmayan başka alanlara bastırmak, bu arada rant alanını da ?temizlemek?tir. Memleketimizde bugün çözüm olarak sunulan da tam olarak budur.
Türkiye?de futboldan milyonlarca dolar kazananların böyle bir düzeni savunmaları tabii ki normal. Bunun tabii ki ideolojik, kurumsal ve kasıtlı bir tarafı var. Ancak bir de spor medyasının beylik isimlerinin verdiği otomatik ve içselleştirilmiş tepkiler var. Birtakım köşe yazarlarının, spor müdürlerinin, vesairenin her tribün olayından sonra kurmalı oyuncak gibi ?yasa çıksın, bakın İngiltere?ye ne güzel? teranesine başlamasının altındakini görmek bence faydalı.
Türkiye?de post-Özal medya, aşağı yukarı iki katmandan oluşuyor. Tepede durup anormal paralar kazanan bir azınlık ve aşağıda durup (çoğu kez alamadıkları) komik ücretlere çalışan çoğunluk. Bunun böyle konulmuş olmasının çok basit bir liberal mantığı var. Alttakiler sürekli üsttekiler olma umuduyla yaşasın, üsttekiler ise hiçbir şeyi doğru değerlendiremeyecek kadar hayatın bağlamından kopmuş olsun. Bilmemne gazetesinin ya da televizyonunun yıldız yorumcusu ya da spor müdürü tribündeki olayı tabii ki doğru yorumlayamaz. Çünkü olayların gerisindeki toplumsal bağlamı okuyabilme yetisinden budanalı epeyce olmuştur. Sokakta olay çıkaran taraftarı yaratan hayat, artık onun hayatı değildir. Aynı şekilde bu ?kanaat önderleri?, ?yasa çıksın, polisiye tedbirler alınsın? derken de neden bahsettiklerini pek bilmezler. Rahat hayatın uyuşukluğu, yasa çıkarmasını beklediği devletin olayları engellemesini beklediği polisinin, daha dün 19 yaşındaki bir kadını bebeğini kaybedinceye kadar dövdüğünü görmesini engeller. Toplumun öznesi ve nesnesi olduğu şiddetin kaynağını göremez.
Bu nedenle, şiddet kültürünün alaşağı edilmesi için çözüm; neo-liberal politikacılardan, düzenden rant sağlayan şirketlerden ya da gözü doymuş kanaat önderlerinden değil, taraftarın (halkın) kendisinden geçer. Şiddete karşı mücadelenin asıl anlamı, o şiddet iklimini yaratanların tahakkümüne karşı mücadeledir. Sırrı Süreyya ustamızın dediği gibi ?Kuzuyu, kurda boğdurmamaktır.?
*10 Aralık 2010 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın