Hollanda’da geçtiğimiz hafta amatör kümede bir yardımcı hakemin oğlunun oynadığı takımın maçını yönetirken karşı takım oyuncuları tarafından tekmelenerek öldürülmesi yalnızca ülkede de değil, dünyada da şok yarattı. “Medeni” olarak adlandırılan dünyanın göbeğinde gerçekleşen olay, aslında spor sahalarında yaşanan şiddete dair pek çok ezberi de gözden geçirmeyi gerektiriyordu.
Hollanda örneğine bakarsak, ülkede hem spor alanında, hem de diğer alanlarda devlet yönlendirmesinin son derece sınırlı olduğunu ve pek çok konunun yurttaşların sivil inisiyatifine bırakıldığını görüyoruz. Mesela spor müsabakalarında 400 bin gönüllü görev yapıyor. Bu, sistemin oturduğu yerlerde devletin elini rahatlatan ve sorumluluğun tabana yayılmasını sağlayan bir uygulama. Ancak sistemin arıza verdiği yerlerde devlet inisiyatifinin yoksunluğu sıkıntı yaratıyor. Ülkedeki göçmenlerin durumu, bu uygulamanın en büyük yenilgiye uğradığı konu. Hollanda’da göçmenlerin sosyal uyumu için çok ciddi bir çaba harcandığını söylemek çok zor. Biraz “isteyen buradaki hayata katılır, istemeyen katılmaz” durumu söz konusu. Ancak bu mantık, hem hayata dezavantajlı başlayan göçmenlerin ülkedeki yaşama katılımını güçleştiriyor, hem Hollanda içinde kendi içine dönük toplum adacıkları oluşmasına neden oluyor. Avrupa’da geçmişte uygulanan agresif ve asimile edici entegrasyon programları kadar yakıcı olmayan, ama göçmenleri de yerinde saymaya mahkum eden bir politikadan bahsediyoruz. Bunun sonucu olarak, göçmenlerle ülkenin geri kalanı arasında ciddi bir güven boşluğu var. Herkes kendi mahallesinde yaşıyor, hem mecazen, hem harfiyen.
Hakemin öldürülmesi olayında da yine bu sosyal boşluklar kendisini belli ediyor. Olaya karışanların Faslı olmasının Hollanda basınında çok fazla abartılmaması, geçmişe kıyasla olumlu ancak ülke kamuoyunun sorunun kökenini futbol sahalarında alınan polisiye tedbirlerde araması, gerçek çözümden hâlâ uzak olunduğunu gösteriyor. Bu öfkenin kaynağı sokakta bir yerlerde, ve Hollanda aslında yıllar boyu o kaynağı kurutmak için pek bir şey yapmamış olmasının bedelini ödüyor. O gün o sahada olan olay aslında, Hollanda’nın sosyal uyum konusundaki yetersizliğinin bir göstergesiydi. Utrecht Kamu Yönetimi Okulu’ndan Ali Karataş’ın altını müthiş bir isabetle ve yalınlıkla çizdiği gibi, “bu bir futbol ya da göçmen sorunu değil, bu bir Hollanda sorunu.”
Türkiye’ye dönersek karşımıza çok farklı bir tablo çıkmıyor. Beşiktaş-Galatasaray tekerlekli sandalye maçında çıkan olaylar da yine spor sahalarındaki polisiye tedbirlerle, şunla bunla açıklanacak gibi değil. Eğer siz durmadan yeni yasa çıkarıyorsanız ve şiddet zerre azalmıyorsa, çözümü yanlış yerde arıyorsunuz demektir. Öncelikle, Türkiye sporundaki holiganizmin kaynağının spor olmadığını, bu toplumun DNA’sına itinayla işlenen fanatizmin bir yansıması olduğunu görmek gerekir. Beş-altı yaşından itibaren, örgün eğitim ve medya kanalıyla paranoyak bir tehdit algısı edindirilen insanların hayatlarındaki her şeyi ölüm kalım meselesi olarak algılaması sürpriz değil. Tekerlekli sandalye maçında “bile” bu olaylar oluyor, çünkü bu ülkenin insanları birbirini sevmiyor, birbirini ve her şeyi tehdit olarak algılıyor. Taraftar için rakibe yenilmek onun varlığına tehdit anlamına geliyor, çünkü bu insanı biz “varlığına kast edecek düşmanlar”ın korkularıyla ve saklanması/inkar edilmesi gereken sırlarla yetiştirdik. Bu ülkenin dolaplarında o kadar çok ceset var ki, bu güvensizliğin fanatizme dönüşüp kendini gösterme alanı bulduğu ilk yerde ortaya çıkmaması sürpriz olurdu. Aynı şekilde bu ülkenin taraftarları önce centilmenliğe, sonra da “cephede omuz omuza savaşmaya” çağıran bir spor bakanının olması tesadüf değildir.
Hollanda’da hakemin öldürülmesi ya da Türkiye’de tekerlekli sandalyelerin kırılması bir spor sorunu değil. Bu iki olay, bu iki ülkede farklı nedenlerle toplumsal barışın olmadığının göstergesi. Bu iki ülkenin her şeyi bir kenara bırakıp kendisine sorması gereken tek bir soru var; biz bu kadar hırçın ve mutsuz insanı nasıl yarattık? Ancak bu, böyle olayların tekrarını önleyebilir.
*15 Aralık 2012 tarihli Evrensel Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın