Geçen hafta bu köşede, İslamcılık ideolojisinin Türkiye’de kültürel tahakküm kurma arayışlarından bahsetmiş ve hegemonyaya giden yolda demokratik bir laiklik anlayışına sahip çıkmadan direnilemeyeceğinden bahsetmiştik. Bu hafta, biraz daha devam etmekte fayda var. Zira, İslamcıların geride bıraktığımız hafta yılbaşı kutlamaları, Sağlık Bakanı’nın da yer aldığı çarşaflı anne mizanseni ve “kadının kariyeri anneliktir” tartışması ile sanatçı Barış Atay’a bu konuyu eleştirdiği için Twitter üzerinden başlatılan sanal saldırı, bu konunun tazeliğini koruduğunu gösteriyor. Dahası, bu konuyu bu sene daha epeyce tartışacak gibiyiz. Zira, hegemonyanın rıza ayağını artık kotaramayan İhvancı rejimin, diğer ayak olan baskının dozunu 2015’te epeyce arttıracağı anlaşılmış bulunuyor. Dolayısıyla, tahakküm çabalarına karşı strateji geliştirmeye önce durumu tahlil ederek başlamakta fayda var.
İSLAMCI NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
Meseleyi yakın tarihin perspektifine oturtmak gerekirse, 2000’li yıllarda İslamcılığın Türkiye’deki yükselişinde Kemalist devlet projesinin uzun yıllardır süregetirdiği “kontrollü laiklik” (ki buna “kontrollü Sünnilik” de diyebiliriz aslında) anlayışının büyük etkisinin olduğunu kabul ederek başlamak gerekir. Türkiye’de devlet, ne doğru düzgün bir laiklik getirebildi, ne de dini kamusal müzakerenin bir parçası yapabildi. Devletin dozu zaman içerisinde değişen antidemokratik laiklik mantığı; dinin tabu olmaktan çıkamadığı, Sünniliğin ayrıcalık dini inanç olarak her an politize olduğu, bu tehlikenin kontrolünün de bizzat bu tehlikeyi yaratan devlet aygıtlarına politik güç devşirdiği bir sistemi beraberinde getirdi. 28 Şubat sonrasında (özellikle 1999?dan itibaren) hem Avrupa Birliği reformlarına bağlı olarak konjonktürel, hem de reaksiyonel olarak ortaya çıkan politik hareketliliklerle beraber Türkiye’nin demokratikleşmesi, ülkenin kendisine özgü laiklik modeline karşı da bir tepkiye dönüşmeye başladı. İslamcılar, bu dönemde hem uluslararası kamuoyunda, hem de Türkiye entelijansiyası karşısında bu tepkiyi çok iyi kullanarak destek kazandılar. Türkiye İhvanı’nın bu dönemdeki en büyük başarısı ise, bugün hâlâ kullanmakta oldukları, kendilerinin Müslümanlığın gerçek temsilcisi olduğu algısını yaratmak oldu. İslamcılar, kendilerini “Müslüman” olarak kabul ettirmekle kalmadılar, kendi ideolojilerini bütün bir dini inancın yerine geçirerek “Müslüman” kavramını yeniden ürettiler. Tıpkı ulusalcıların “Türk” kavramını işlerine geldiğinde yurttaşlık çatısı, işlerine geldiğinde etnik grup olarak tanımlaması gibi, İslamcılar da “müslüman”ı gerektiğinde kendilerine bir savunma kalkanı hâline getirdiler. Küresel ekonomik krizin Batı’daki etkilerinin artmasıyla beraber özellikle Avrupa’da hissedilmeye başlanan İslam düşmanlığı; bu savunma kalkanının can suyu oldu. Türkiye’de İslamcılığa yapılan her eleştiri, Müslümanlığa yapılmış sayıldı ve İslamofobi olarak değerlendirildi. Bu stratejinin gelişmesinde AKP kadrolarının, liberal İstanbul entelijansiyasından ve AKP M/L olarak tanımlayabileceğimiz bir iki küçük “sosyalist” isimli partiden destek aldığını da not edelim. AKP’nin kültürel sermaye eksikliğini -uzun süre Cemaat’le beraber- kapatan bu gruplar, hem Kemalizm eleştirisiyle boş kaleye gol atarak siyasi-ekonomik-sosyal sermayeye doydular, hem de AKP’nin hayalindeki otoriter İhvan rejimini sağlama aldılar. 2010 Anayasa Referandumu da bunun en kritik adımı oldu. Zaten bu tarihten sonra Türkiye’nin demokrasi karnesinin yaptığı kamikaze dalışı malumunuz.
İSLAMOFOBI DEĞIL, İSLAMCILIK PROBLEM!
Bugün dini baskıyı kültürel hegemonya kurma aracı olarak sömüren AKP rejimi, hâlâ bu yukarıda anlattığımız mekanizmayı kullanıyor. Dini kamusal müzakerenin -her zamankinden bile- dışına taşırken, yerine koyduğu tabuların tartışılmasının önünü de yine İslamofobi argümanıyla kesmeye çabalıyor. Bir kere şu konuda bir rahat olalım. Türkiye, Almanya ya da Norveç değil. Burada İslamofobi bağlam içinde yer alan bir şey de değil. Burası, Sivas Katliamı’nın yaşandığı, katliamın avukatlarının milletvekili yapıldığı, faillerin (s)aklandığı yer. Burada İslamofobi problemi yok, burada İslamcılık problemi var. Türkiye’de insanlar Sünni olmadıkları sürece dini ifade özgürlüklerinden yararlanamıyor, sistematik ve devlet tarafından gözetilen ayrımcılıklara uğruyorlar. Devasa bütçesiyle diyanet, tüm müdürlükleriyle milli eğitim, giderek daha da siyasileşen, siyasileştikçe de radikalleşen bir Sünnilik versiyonunu ülkede hakim kılıyor. Bununla mücadele etmek hem demokrasinin, hem evrensel insan haklarının gereği. İslamcılığa karşı durmak sonuna kadar meşru ve şu anda hayati önemde. Bunu eğip bükmenin AKP’nin hegemonik saldırısına destek vermekten başka anlamı yok.
LAİKLİK, SOLUN ZAYIF KARNI…
Diğer taraftan, özellikle sol ve sosyalist hareketlerin de laiklik kavramı hakkındaki düşünsel tembelliklerinden vazgeçip yeni ve demokratik bir laiklik anlayışını açıkça ortaya koymaları gerekiyor. Bu konuda, çok umutvar olduğumu söyleyemem. Geçen hafta Hüseyin Aygün’ün Twitter hesabından Birleşik Haziran Hareketi’ne yaptığı öneriler (bit.ly/huseyinaygun), neo-Kemalist klişelere saplanıp kalan fikirlerin yeni dönemde de bir hayli etkili olacağının bir işaretiydi. Dahası BHH’nın, SİP çizgisinden adapte ettiği ve söyleminde merkezi olacağı anlaşılan kerameti kendinden menkul “gericilik” kavramı da bu hareketin laiklik konusunda yeni bir şey söyleme kapasitesinin çok yüksek olmayacağını gösteriyor maalesef. Oysa, 2013 Haziran Direnişi ve sonrasındaki forumlar bu konuda örgütlü siyasetten daha aklı başında bir söylem yaratabilmişti. Keşke Haziran’ın adını sahiplenirken, o Haziran’da kurulan yeni toplumsal ilişkilerden ve yeni siyasetten de nasiplenebilselerdi. Öte yanda, HDP’nin de bu konuda “tabanımızın hassasiyetleri” duvarına çarpmayacağına dair herhangi bir gösterge yok. Halbuki, HDP’nin kitle partisi olma stratejisi açısından laiklik konusuna nasıl yaklaşacağı hayati önemde. Örgütlü siyasi hareketlerin laiklik stratejileri, göz kararı yapılan “ilerici-gerici” dikotomilerine ya da konuyu hepten tâli saymaya kalacaksa, mevcut krizi sistem içinden çözmek mümkün olmayacak demektir. Örgütlü siyasetin tıkandığı yerlerde devreye girebilecek demokratik sokak hareketlerinin önünü de rejimin polis vahşeti tıkıyor. Dolayısıyla, laiklik sorununun çözümü de bu gidişle ekonomik kriz sonrasında politik dengelerin değişmesine kalacak gibi. Umarım, o zamana kadar yaşayacağımız toplumsal travma çok ağır olmaz. Ancak 2014’ün son haftası hiç de öyle bir görüntü vermedi.
İlk Yorumu Siz Yapın