Son birkaç haftadır (Yazı yazamadığım geçen hafta hariç) bu köşede ?hegemonya? kavramını tartışıyoruz. Kısa bir özet geçmek gerekirse, AKP?nin kendi ekonomik ve sosyal sermaye ağlarıyla kendisinden olmayanları bu alanların dışına attığını, ancak AKP ideolojisinin ve kadrolarının kültürel sermaye azlığının bu hegemonik yönelimi, gerçek bir hegemonyaya dönüştüremediğini savunuyorum. Gezi?den beri bizzat Erdoğan tarafından yürütülen kültür savaşının giderek sertleşmesinin ve okulda okutulacak derslerden doğum kontrolüne kadar her alanda kendini göstermesi, AKP?nin bu alandaki yenilgisini pek değiştirmiyor. Zira AKP kültür savaşında saldıran taraf da olsa, kullandığı söylem defansif ve sürekli çaresizlikten kaynaklı bir hırçınlık içeriyor. Benim hipotezim, AKP rejiminin kendi kültür ürünlerini yaratamadıkça bu durumun değişmesinin imkansız olduğu yönünde. Şimdiye kadar kendi kadrolarının ürettiği pejmürdelikler karşılarındaki insanların rızasını kazanmanın kenarından bile geçemediler. Alev Alatlı, Tuğçe Kazaz, Yavuz Bingöl gibi tipleri transfer ederek kültürel sermaye devşirebileceklerini sandılarsa, cebine para koyup kendi mahallelerine taşıdıkları herkes düşkün muamelesi gördü. Daha önceden kültürel üretimi ihale ettikleri Cemaatle düşman olmaları durumu daha da acıklı hale getirdi. Samanyolu TV?deki dizilerde çalışan stajyerleri bile öfkeyle gözaltına almaları tesadüf değil. TRT?deki Osmanlı zırvalarının ya da Doğuş Grubu?na solcu senaristlerin imzasıyla gönderilen sipariş senaryolu dizilerin bir Şefkat Tepe ya da Behzat Ç. etkisi yaratamamış olmasının çaresizliği bu.
KRİZ YOKSA, DEMOKRATİKLEŞME DE YOK
AKP, kendisine karşı olan kitlelerin rızasını yaratacak bir kültürel alan kurmakta tamamen sınıfta kalırken, hegemonyanın diğer aracı baskıyla şimdilik durumu idare etmeye çalışıyor. Ne pahasına, on iki yılda biriktirdiği uluslararası prestiji çöp etme pahasına, ki etti de zaten. Yine de bu durumu değerlendirirken ihtiyatlı olmak ve hayallere kapılmamak gerekir. Suud Kralı?nın Saddam, Kaddafi ya da Esad; Noriega?nın Çavuşesku muamelesi görmemesinin arkasında bu ülkelerle kurulan ekonomik bağlar ve bu rejimlerin küresel kapitalizme uyumu yatıyor. Türkiye?deki yönetim, insan hakları karnesi ne olursa olsun, ekonomi raydan çıkmadıkça en ufak bir biçimde rejim muamelesi görmeyecek. AKP?nin Türkiyesi, İsrail dahil kafa tutuyor gözüktüğü tüm dış güçlerle sürekli artan ekonomik ilişkilere sahip. Küresel kriz ortamında kimse bunu kolay kolay çöpe atmayacaktır. Dolayısıyla emlak balonu patlayıncaya kadar uluslararası camianın Türkiye?nin demokratikleşmesi konusunda 2001-2002?deki kadar istekli görünmesini beklememek lazım. Aynı şekilde ülke içindeki politik konsolidasyonun da ekonomik kriz olmadan kırılması çok zor. Dolayısıyla ufuktaki kriz, yakına gelene kadar kültür savaşının rejim eliyle sertleşerek sürdürüleceğini öngörebiliriz.
İSLAMCI ?MÜSLÜMAN? OLUNCA…
Bu kültür savaşında, AKP?nin elindeki en önemli silah, kuşkusuz ki din. İslam, AKP ile karşıtları arasında zaman zaman tampon görevi görüyor. Çünkü Türkiye?de başlangıçtan beri ?kontrollü Sünnilik? anlamına gelen laiklik, onu benimseyenlerin bile dini tabuları tartışmasını engelliyor. Eğer Türkiye herkesi ılımlı Sünni yapmaya çalışan değil de dini özgürlükleri, azınlıkların hakları gözeterek koruyan bir laiklik anlayışına sahip olsaydı, bugün laikler din kendilerine karşı kullanıldığında geri basmak zorunda kalmayacaklardı. Bu noktada, AKP kadrolarının kültürel alandaki en önemli başarısının altını çizmek lazım. AKP?ye yedekli entelijansiya, Türkiye?de ?İslamcı? ile ?Müslüman? kavramlarını büyük bir başarıyla tepetaklak etti. Kendilerini ısrarla ve inatla ?İslamcı?dan çok ?Müslüman? olarak tanıttılar. Bu biraz, milliyetçilerin ?Türk kavramı etnik değil vatandaşlık içeriyor? palavrasına benziyor, zira AKP kadrolarının ?Müslüman? kavramı da işine gelince dini, işine gelince ideolojiyi refere ediyor. Bu teorik hokkabazlık, aslında kabaca Türkiye İhvanı olarak tanımlanabilecek bir hareketi Müslümanlığın yegane temsilcisi olarak kabul ettirdi. Liberallerin, liberter sosyalistlerin, sosyal demokratların Kemalizmi sorgulama ihtiyaçları, Müslüman niyetine bu kadrolarla ilişki kurmalarına yol açtı. Şimdilerde ?kandırıldık? sızlanmalarıyla gelen itirafların temelinde aslında bu var. Kendimi de dahil ederek söylüyorum, kandırılmadık, karşımızdaki aktörleri yeterince tanımıyorduk ve lüzumsuz bir iyi niyet gösterdik. Özellikle 1997-2002 arasında Türkiye?nin Kemalizmi ve ordu vesayetini sorgulamaya ihtiyacı vardı, milliyetçiliğin başat olduğu ülkede o kadar yalnız kalmıştık ki İslamcıların bu sorgulamayı bizimle aynı şekilde yaptığını sandık. Kimileri 2002?de durumu fark etti, kimi Hrant Dink öldürüldüğünde, kimi 2010?da Anayasa referandumuyla, kimi Gezi?yle. Kimi ise hiç farkına varmadı ya da işlerine öyle geldiği için rejime iyice yanaştılar. Danışman, bol maaşlı köşe yazarı filan oldular.
YENİ BİR LAİKLİK…
Meseleye dönersek, şu anda acilen yapılması gereken şey karşımızdaki insanların Müslüman değil İslamcı, hatta İhvancı olduğunu kabul etmek. Bu hareket için din eğilip bükülecek bir araç, siyasal ve ekonomik sermaye üreteci. Eğer İslam?la ilişki kurulacaksa yolu hiçbir şekilde Siyasal İslam?dan geçmiyor, aksine onu tamamen gayrimeşru ilan etmekten geçiyor. Yine laikliği reddederek, onu Kemalizm?le karıştırarak varabileceğimiz bir yer de yok. Türkiye toplumunun dinle ilişkisi laiklik üzerinden düzenlenmek durumunda. Aksi takdirde hiçbir azınlığın canını ve özgür düşüncenin varlığını garanti edemeyiz. Acilen doğru düzgün bir laiklik tanımı benimseyip, Kemalizm üzerinden laikliğe vurulmasının önüne set çekmekte fayda var.
Bu yazı bir İslam dini tartışması değil. Kişisel olarak, İslam?ın her din gibi ciddi reformlara ihtiyacı olduğunu ve bu reformların bu tarihe kadar sarkmasının çok sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Ancak İslam?ın reforme edilme potansiyelinin başka bir dinden az ya da aşağı olduğunu da sanmıyorum. Ama gerçek bir laiklik olmadan bunun olma ihtimali yok. Siyasal İslam?a İslam dahilinde bir alternatif yaratılmadan da reform beklemek çok mantıklı değil. Şunu kabul edelim; Türkiye de dahil İslam dünyasının büyük bölümü şu an evrensel ilkelerle, temel insan haklarıyla barışık bir din yorumundan çok uzak. Kendi adımıza, Türkiye?de laikliği tekrar tarif edip savunarak ilk büyük adımı atmak mümkün. Bu tarif, aslında Gezi?de yapılmıştı, yani çok da uzaklara gitmeye de gerek yok. Siyasal İslam?ı iftar sofralarına saldırtacak kadar delirten o dönemi daha sık hatırlamak gerek.
İlk Yorumu Siz Yapın