2012 Afrika Uluslar Kupası başladı. Bu turnuvayı katılan ülkelerin ve kıtanın ruh hâlini, içinde oldukları durumu, hikayesini, tarihini bilmeden anlamak çok zor. Afrika hâlâ emperyal güçlerin ve onların uzantılarının oyun alanı ve biz bu kıtayı anlamak için o hesapları da göz önünde bulundurmak zorundayız.
Durum böyle olunca Afrika ülkelerinin çoğunda sorunlar devam ediyor. Afrika Uluslar Kupası, bu sorunları anlamak ve anlatmak için güzel bir fırsat. Spor alanında tam bir sömürü pazarına dönüştürülmüş ve özellikle Avrupalılar için başka hiçbir anlam ifade etmeyen bu kıtaya hak ettiği ilgiyi göstermek ve derdini anlatmak boynumuzun borcu. Hele ki Afrika’nın bir numaralı futbol yıldızı aynı zamanda son derece önemli bir siyasi figürken.
Fildişi Sahili dünyada kakao fiyatlarının düştüğü 1970’lerin sonundan beri durumu sürekli kötüye giden bir ülke. Dünyanın bir numaralı kakao üreticisi, o zamandan bu yana kendini toparlayamadı. Üstelik 2000’lerden beri de bölünme tehlikesiyle karşı karşıya. Fildişi Sahili Afrika’nın en müreffeh köşesiyken gelip ülkenin kuzeyine yerleşen göçmenlerle, “Fildişililik” (tanıdık geldi mi?) söylemi üzerinden onların demokratik haklarını gasp eden güneyliler arasındaki gerginlik defalarca iç savaşa dönüştü. En son 2010’da güneyin desteklediği eski başkan Laurent Gbagbo’nun, Burkina Faso kökenli kuzeyin adayı Alassane Ouattara’ya kaybettiği başkanlık seçimini tanımamasıyla yine ipler gerildi. Üstelik işin içinde Fransa ve Birleşmiş Milletler, dahası kakao ticareti de var.
Şimdi Fildişi Sahili, Ouattara’nın seçimle kazandığı koltuğa sonunda oturması ve Gbagbo’nun da savaş suçları için yargılanmak üzere La Hey’e postalanmasıyla biraz rahatlamış gibi gözüküyor. Ancak kuzeyle güneyin arasındaki uçurum bu gelişmelerle kapanmaktan çok uzak. Bu yüzden ülkede bir “âkil adamlar komisyonu” kuruldu. Bu komisyonun on bir üyesinden biri ise ünlü futbolcu Didier Drogba.
Drogba’nın bu komisyona girişi, öyle bizdeki eski futbolcuların “spor olsun” diye Meclis’e girişlerine benzemiyor. Zira, ünlü forvet yıllardır Fildişi Sahili’ni ayakta tutan en önemli unsurlardan biri. Tuhaf, ama öyle.
Drogba, Fildişi Sahili’nde yarı tanrı muamelesi görmesinin yanı sıra ailesinin bazı üyelerini iç savaşlara kurban vermiş biri. 2005’te takım Dünya Kupası vizesi aldığında ilk iş olarak ateşkes çağrısı yaparak işe başladı. Sonrasında ise Fildişi Sahili’nin Afrika Uluslar Kupası eleme maçlarından birini o zaman hâlâ başkan olan Gbagbo’nun hava saldırısı düzenlettiği Bouaké’ye aldırttı. Yıllarca Fildişi Sahili’ni demokratik alanda temsil etmesi gerekenlerin zulmüne uğrayan insanlar, kendilerini ilk defa ülkeyi temsil eden bir şeyin parçası hissettiler. Başkent Abidjan’da Gbagbo “Fildişililik” diyerek göçmen kökenlilerin yurttaşlığını sorgularken, Drogba Boauké’de kuzeylileri aynı ülkenin parçası yapıyor, güneyde gördüğü sevginin aynısını orada da görüyordu. Bu kuzeydeki muhalifler dahil kimsenin ummadığı ve etkisine hayran kaldığı bir güçtü.
Futbolun ülkedeki değeri yalnızca Drogba’dan da ibaret değil. Fildişi Sahili Milli Takımı’ndaki oyuncuların çoğu kuzeyli, ancak takım genel olarak ülkenin etnik mozaiğini de yansıtıyor, üstelik hem barış içinde, hem başarılı olarak. Aslında takım, Fildişi Sahili yurttaşlarının ülkelerinin olmasını hayal ettikleri şey, belki bu takıma gösterilen sevginin bir nedeni de bu. O yüzden bu jenerasyonun bu kendileri için son Afrika Uluslar Kupası’nı kaldırmaları çok önemli. Belki de bu takım 1990’da Yugoslavya basketbol takımının yapamadığını yapacak. Onlar Dünya Şampiyonu olduğunda takımın kendisi bile bölünmüşlüğe teslim olmuştu. Oysa bu takım bir arada ve ülkeyi de bir arada tutabilecek güçte.
Drogba’nın Bouaké hikayesi aslında günümüz sporcularının gözlerini açıp dış dünyayı görebilseler aslında neler yapabileceğinin bir kanıtı aslında. Drogba’yı özel kılan dışlanmaktan, sponsorlarını kaybetmekten korkmaması ve kendisine bu sistemin dayattığı “apolitik samimiyetsizlik”ten uzak durmasıydı. Her şeyi mümkün kılan “benim ailemden insanlar öldü ve ben bunu istediğim yerde duyurabilirim. Peki duyuramayanlar ne olacak, asıl onlar için konuşmak lazım” demesiydi.
Bunu Türkiye’de yapmak mümkün mü diye düşünmeden edemiyorum. Arda Turan’ın İspanya’ya ilk gittiği günlerde yaptığı “Türkiye halkları” açıklamasının karşılaştığı psikolojik baskıyı düşününce çok da umutlu olamıyorum açıkçası. Tabii Türkiye’de “Drogba etkisi” yapabilecek bir sporcunun olup olmadığını da tartışmak gerek, büyük ihtimalle yoktur. Ama yine de bu etkiye en yaklaşabilecek sporcuların da Türkiye’de 12 Eylül’den beri lüzum hâlinde şovenliğe dönüşen o sinsi apolitikliğin esiri olduğunu kabul edelim. Bizden ne cuntaya karşı “Corinthians demokrasisi”ni kuran Socrates, ne Mayıs 68’e alt liglerdeki futbol emekçilerinin hakları için Fransa Futbol Federasyonu binasını işgal ederek katılan Just Fontaine, ne de şova bulanmış da olsa cesur kapitalizm eleştirileri yapan Eric Cantona çıkıyor. Futbolu bir iş gibi gören ve hayata asıl katkısını düşünceleriyle yapan Ivan Ergiç gibi insanlara inanamaz gözlerle bakıyoruz. Haklıyız da aslında. Bu memleketten çıkan en güçlü spor figürü şu an “ben bilmem büyüklerimiz bilir” diyen ve Meclis sicili hâlâ bomboş duran bir milletvekili, en aykırı olanı ise bir yetenek yarışmasında jüri üyesi olarak mabadıyla zurna çalanlara oy veriyor.
Tabii ki, her şeyi ortaya çıkaran bir alt yapı ve süreçler manzumesi var. Fakir mahallelerde top koştururken, 14-15 yaşında eli para gören, az buçuk eğitimli çocuklardan filozof çıkması kolay değil. Ama bunun bir yerde kırılması gerekiyor. Didier Drogba’nın yaşadıkları, Türkiyeli bir futbolcunun yaşama, yaşamış olma ihtimali olmayan şeyler değil. Burası da Fildişi Sahili gibi acıların ve hayal kırıklıklarının ülkesi ve buranın da sporcuları o acıların içinden geliyor.
Bir gün bir futbolcunun Uludere’ye gidip de “niye öldü bu insanlar? Ne geçti elimize de bu çılgınlık sürüyor?” dediğini hayal ediyorum. O zaman Fildişi Sahili halkının bu takıma neden bu kadar umut bağladığını anlıyorum. Çünkü o takım, yaşananları hasır altı etmek ve herkesi uyuşturmak için orada değil. O takım, o acıları paylaşmak için orada; başka türlü de yaşanabileceğinin kanıtı olarak üstelik. Egemenlerin milli takımı olmakla, halkın milli takımı olmak arasındaki fark da tam burada.
İlk Yorumu Siz Yapın