Spor spikeriyseniz ve olimpiyat oyunlarını nakledecek bir kanalda çalışacak kadar şanslıysanız, 366 gün süren yıllar sizin için başka bir anlam ifade eder. Çünkü o yıllar olimpiyat yılıdır ve ?dört yılın sultanı? bir ay -ki bu yıl Ağustos’a denk geliyor- zihninizde işaretleniverir. Atina’yı kaçıran, Torino’nun ise açılış törenini anlatma şerefine nail olan bendeniz için de kuşkusuz Pekin büyük önem taşıyor. Tabii ki bu yazı neyse ki benim değil, Pekin’in, daha doğrusu ona giden yolun üstüne.
Ocak ayı, takımlar için olduğu gibi, biz spikerler için yoğun bir ay. İki haftada toplam otuz voleybol karşılaşması, neresinden baksanız yüzün üstünde set, kimbilir kaç bin puan, kaç ralli. Takımlar yabancı değil, ama mücadele alıştığımızdan biraz daha zorlu. Bana sorarsanız, acımasız bir şey bu Olimpiyat Elemeleri. Bir hafta boyunca canını dişine takan sekiz takım ve tek bir Pekin bileti. Bir nevî kaybedenler olimpiyatı, elinizde yedi tane tosun gibi takım kalıyor ve finale kalmanın bile bir getirisi yok. Bir manşet hatası, bir fileye temas, Pekin’e gideceğiniz yerde evinizde otururken bulursunuz kendinizi.
İzmir’deki maçlar için mikrofonu ilk kez açtığımda aklımdan bunlar geçiyordu. Bir hafta, bu oyuncularla yatıp kalkacağız, kimilerine sempati besleyeceğiz gizliden, güzel bir sayı alırsa, belki azıcık daha fazla öveceğiz. Üstelik millî takım da var işin içinde, güzel oynasın da keyifli anlatalım. Benim pek sevdiğim Fransa yok bu sefer, elemelerde gazi oldu, Granvorka’sız, Castard’sız, Antiga’sız eleme mi olur yahu? Yunanistan gelmeyince bizim Rumelili çocuk Roumeliotis de yok tabii, ama onu Şampiyonlar Ligi’nde görüyoruz, bir onun için koca takımın gelmesine gerek yok, henüz o kadar da iyi değiller. Bulgaristan’la Rusya da bileti Dünya Kupası’nda kaptılar, Gaydarskigiller’le Kosarevler de yok. İyi olmasın bakalım, olanlar da yeterince iyi. 2007’nin yaralı takımı İtalya var, Rusya’da voleybol devrimi yapan İspanya ile Finlandiya var, Polonya var, bizimkiler var. Daha ne olsun?
Ben bu elemelerin başında bizim takımdan ne bekleyeceğimi bilemedim. Söz konusu millî takım olunca hiç bilemiyorum zaten. Bir Polonya, bir de Türkiye voleybol takımlarıyla ilgili tahmin yürütmeme huyum var, çünkü hep yanılıyorum, kaç kere 2-0’dan yaktılar beni! Finlandiya’yla oynanan ilk maç öncesi de zihnimi boşalttım, öyle girdim yayına. Ama zaman geçtikçe insanın kafasında şeytanlar uyanıyor tabii. ?Biz bu maçı alıyoruz galiba? diye aklımdan geçtiği an, başaşağı gitmeye başladı takım, yani sorumlusu benim galiba! Şaka bir yana, Finlandiya maçını alsaydı millî takım, her şey farklı olabilirdi galiba. Ki Almanya maçı da yine direkten döndü. Ama takımın mücadele gücünü, Fatih Ulusoy’un, İsmail Cem’in adaptasyonunu beğendim. Ayrıca bizim takımlar da artık tüm oyuncuları kullanıyor. Ben ?bir oyuncu oynasın, gerisi garnitür, yedekler de koltukları sıcak tutsun? anlayışını hiç sevemedim zaten, voleybolun tek kişiyle oynanan bir cinsi var, adına tenis diyoruz biz. Herkes oynasın, katılımcı olalım. Öyle de oldu, oynayan herkes sağolsun.
Millî takımın canı sağolsun da diğer takımlara bir bakalım. İtalya’yı ben anlayamıyorum. Takımın her şeyi var ama iki senedir bir türlü tutturamıyorlar. Polonya’nın da nasıl elendiğini anlayabilmek kolay değil. Çok iyi bir pasörleri var, orta oyuncu sıkıntıları zaten yoktu, bir de 2.11’lik Mozdzonek girdi devreye. Çok hantal sayılmaz, blokları da gayet iyi. Swiderski biraz durumu idare etti bu sefer, ama yine de katkı yaptı. Murek ise harika bir oyuncu. Zor gruptu tamam ama ben yine Polonya çıkar diye tahmin ediyordum. Polonya hakkında üst paragrafta ne dediğimi hatırlıyorsunuz değil mi? Aslında bizim gruptan da Almanya pekala çıkabilirdi, ama zaten acımasız olan turnuva, bir de 3-2’lik maçlar serisiyle büsbütün dişlerini gösterdi. Herkes herkesi yeniyor, bir biz yenemedik ama yenermiş gibi yaptık, ortama uyduk yani. Almanya, Polonya ve İtalya da arada kaynamış bulundular. Neyse, yarı finale çıkanlara bakalım.
Avrupa Şampiyonası’nda benim gözüm Finlandiya’yı çok tutmamıştı. İyi bir takım ama sanki insanı ayağa fırlatacak enerjisi yok takımın, izlerken heyecanlanmıyorsunuz, belki soğuk iklim takımı olduğu için. Yine de orta oyuncu Heikkinen’e, kaptan Sammelvuo’ya hayran kaldım. Bizim Bozkurtlu Mikko ile Kunnari de kuşkusuz çok iyi oyuncular ama belki iki sene sonra tam pişecekler. Bu arada Mikko’yu ikiz kardeşi Matti’den ayırt edebilen varsa bana mail atsın, tanımak isterim kendisini. Herhalde Finlandiya’nın İtalyan antrenörü de ayıramıyor ki, karışmasınlar diye Matti’yi pek oynatmadı.
Hollanda’yla ilgili bir talihsizlik var, özellikle de erkek takımında. İnsan kenarda antrenör olarak Peter Blange gibi pasörü görünce sahadakinden de o performansı bekliyor. Belki o yüzden, bu Freriks’i benim gözüm hiç tutmuyor. İlk maçta İtalya’ya 3-0 yenildiklerinde herkes İtalya çıkar, onlar elenir sandı, buna kulak asmayıp çıkabilmiş olmaları önemli. Ama İspanya son maça asılsaydı ne olurdu, onu bilemiyorum. Ama Polonya’yı zaten yenmişlerdi, üstelik iyi de oynayarak, yani adil oldu, en azından Polonyasal yeni yanılgılardan kurtardılar beni. Bu arada Blange’den bahsetmişken eski takım arkadaşlarına selam etmeyi ihmal etmeyelim. Hem Guido Görtzen (37), hem Marko Klok (40) görev başındaydı. Blange de onu oynatmadan edemiyor ama kendisi de sahaya girip oynayacak hâli olmadığına göre, takımı biraz gençleştirmenin zamanı geldi galiba. Van Dijk’i yanında boy versin diye getirmediyse tabii…
İspanya’nın başarısız olduğu spor gören var mı? Biz Eurosport’taki İspanyol meslektaşlarımızla karşılaşınca Rafael Nadal’ı mı sorsak, Dani Pedrosa’yı mı, Fernando Torres’i mi, yoksa Pau Gasol’ü mü bilemiyoruz. Bir voleybol vardı elimizde, ?bizim Nesli sizin ligin tozunu almış yine? diye hava atabileceğimiz, sağolsunlar onu da aldılar elimizden. İspanya yine iyiydi, Falasca kardeşler oldukça da iyi olacaklar sanırım, ama fazlası da var takımda. Yalnız yaşlı bir takım, Finlandiya önümüzdeki yıllarda yukarı çıkarken, onlar düşüşe geçebilir. Ama bu dönemde toplayacaklarını toplayacaklar galiba.
Gelelim şampiyon Sırbistan’a. Övünmek gibi olmasın ama hep içimden Sırbistan geçti benim. Yugoslav ekolünü ve spora getirdikleri kendine özgü yaklaşımı seviyorum. Tüm çocukluğum Yugoslav sporcuları seyrederek geçti, Drazen Petroviç’ler, Dragan Stojkoviç’ler, Kızılyıldız’ın hangi sporda olursa olsun çubuklu forması. Tito’nun Yugoslavya’sı birbirine düşman oldu sonradan ama hâlâ sporda o eski günlerin kokusunu alabilmek hoşuma gidiyor, patlayan şeker ya da şemsiye çikolata görmek gibi bir şey benim için. Bu arada eski Yugoslavya’nın hâlâ yaşadığı tek yerin de spor sahaları olduğunu unutmayalım, birbiriyle kanlı bıçaklı olsalar bile eski Yugo’lar hâlâ kopamıyorlar birbirlerinden ve beraber basketbol oynuyorlar Adriyatik Ligi’nde. Yani spor sevgisi, savaşın nefretini geçiyor, Avrupa’nın en sancılı coğrafyasında bile. Takıma da iki satır düşelim. Ivan Miljkoviç aldı yürüdü yine, bu turnuvanın tartışmasız en iyisiydi. Bir de genç orta oyuncu Marko Podraşçanin’e ayrıcalık yapalım, takıma çok emeği geçti, kritik anda, hele o yaşta bu kadar soğukkanlı olur mu bir insan?
İzmir’den ayrılırken salon ve seyirci hakkında da iki çift laf etmek gerek. Halkapınar Spor Salonu çok güzel bir salon, bu maçlar için biçilmiş kaftan. Yolu sapa deniyor ama toplu ulaşım var, üstelik İzmir de İstanbul değil, ulaşmak nispeten daha kolay. Ne olursa olsun, milyonluk şehirde, hele ki Türkiye Voleybol Şampiyonu’nun şehrinde, on bin kişi, hiç değilse millî takımın maçına gelir diye ummuştuk. Turnuva boyunca en fazla 2800’ü bulabildik. 3-2’lik nefis İtalya-İspanya maçını iki yüz kişi izledi. İzmir’e Dünya ya da Avrupa Şampiyonası gelmezse, böyle bir voleybol ziyafeti bir daha gelmez. İzmir’de oturup da maçlara gitmeyen voleybolseverlerin kafalarını taşlara vurmaları için çok nedenleri var. Yalnız hoşuma giden bir noktayı atlarsam ayıp olur. İspanya-Hollanda maçında Arkaslı Suela oynayınca yapılan özel tezahürat hoştu. Bir tek o an, şampiyonun şehrinde voleybol anlattığımızı hissettim.
Bir büyük turnuva bitip mikrofonu son kez kapattığınızda, üstünüzden bir yük kalkar. Ertesi gün yenisi başlasa bile yorgun ama rahatlamış olarak çıkarsınız. Sırbistan takımına sempatim olduğu için değil ama sağ salim Pekin’e birilerini yolladık diye heyecan duydum. Olimpiyatlar’ın azıcık ötede olduğunu hissettim. 3-2’ler turnuvasının yedi mağlubuna üzüldüm. Ama hayat devam ediyor, voleybol maçları da öyle. Bir gün ara ve ver elini Halle!
Bu yazı yazılırken, genç Filenin Sultanları ilk maçlarını oynamıştı. Ben bu gencecik takımdan heyecan duydum ve kaybetmelerine rağmen böyle bir takımla oynayabildiğimiz için sevindim. Ama bunları dilerseniz haftaya konuşalım. Hele bir takımı sağ salim Pekin’e gönderip mikrofonu teslim edelim de…
“Voleybol Magazin’de yazacağım tüm yazılar, bana voleybol hakkında bildiğim hemenher şeyi öğreten sevgili Değer Eraybar’a ithaf olunur. O, bir gün o topa dokundu ve hepimizin hayatı değişti.”
* voleybolmagazin.com sitesinde yayınlanmıştır. link
İlk Yorumu Siz Yapın