Sosyal medya, karşınızdaki kitlenin özelliklerini iyi tahlil edip geneli ne kadar temsil ettiğini doğru süzdüğünüzde toplumun ruh haline dair çıkarımlar yapmak için gayet faydalı bir mecra, sevgili Ezgi Aktaş’ın deyimiyle bir “sosyolojik oyuncak.” Ancak bu oyuncağın gösterdikleri her zaman hoşunuza gitmeyebiliyor. Sosyal medya, temsil ettiği kitlenin bütün arızalarını önünüze bir bir dökebiliyor.
Geçtiğimiz hafta içinde Olimpiyat tüm hızıyla devam ederken, kendini oynadığı komedi dizisindeki stereotip şehirli maço rolüne fazla kaptırmış bir aktörün twitiyle karşılaştım; “Spor sadece becerebilmek işi değildir, estetik algı da çok önemli. Bayan güreş, bayan halter, bayan futbol bence estetikten çok uzak…” Sporun estetikle olan ilişkisini neye dayanarak ve niye kurduğu meçhul tabii de, bunu kimi “bayan” sporlarına daha doğrusu kafasında erkek sporu olarak kodladığı sporları yapan kadınlara cephe alırken kullanma biçimi banal sayılabilecek kadar bilindik. Saydığı sporlar arasında kadınların en eskiden beri yaptığı olan futbolu ele alırsak, “estetik kaygılar” erkeklerin kadınlara bu sporu yasaklamak için on yıllardır öne sürdüğü en popüler bahane. Mesela İngiltere Futbol Federasyonunun kadınlar futbolunu tam elli yıl boyunca yasaklı tutacak 5 Aralık 1921 tarihli kararını okuyalım: “Şikayetler üzerine konseyimiz kendini futbolun kadınlar için uygun olmadığını ve oynamaları için cesaretlendirilmemeleri gerektiği yönündeki güçlü fikrini bildirme ihtiyacı hissetmiştir.” Benzer yasaklama kararları Almanya, Hollanda ve Fransa’da da aynı nedenlerle vardır ve kadınlar futbolu “refah toplumu”nun en cafcaflı yıllarında bile Batı Avrupa’da yasaklı kalır, tâ ki 1968’in rüzgarına kadar. Türkiye’de 1990’larda açılan ligin kapatılma bahanesi de farklı değildir; futbol kadınlara yakıştırılamaz ve kadın futbolcuların hormonal bozuklukları olduğu iddia edilir. 2000’lere gelindiğinde UEFA devreye girer de Türkiye’de kadınlar tekrar futbol topuna kavuşur. Batı Avrupa’daki yasaklama kararlarında, Türkiye’de ligin kapatılmasında ve “sporsever” aktörümüzün twitinde bir ortak nokta vardır; kadınlara neyin yakışıp neyin yakışmadığında fetvayı erkekler verir.
Günümüzde, kadınlara toplumsal hayatta biçilen rollerin dayatılmasında, yani toplumsal cinsiyetçilikte fazla bir yol alındığı söylenemez. Hayatın her alanı gibi sporda da kadınların yapabilecekleri ve yapamayacakları yazısız toplumsal normlarla dayatılır. Örneğin kadınların atletizm ya da voleybolla uğraşması onaylanırken, futbol oynamasına genelde katıksız bir hırçınlıkla yaklaşılır. Öz olarak “Kadın dediğin futbol değil voleybol oynar”la “Kız çocuğu dediğin bebekle oynar” arasında pek bir fark yoktur. Kadına bir rol biçilir ve o rolden sapmaması için gerekli mahalle baskısı itinayla kurulur. Kadınların boks, halter, güreş, futbol ya da erkeklere ayrılmış başka bir sporu yapması için illa yasaklamak da gerekmez; sporun ve toplumun cinsiyetçi bağlamı kadını o yoldan döndürmek için gerekli ayıplama mekanizmalarına fazlasıyla sahiptir. Sanmıyorum ki futbol ya da halterle ilgilenip de çevresinden hiç negatif tepki almamış tek bir kadın sporcu olsun. Cinsiyet eşitliğinde Türkiye’ye göre daha ileride olduğunu farz ettiğimiz Fransa’da bile futbol federasyonunun yakın zamanda yaptırdığı bir araştırmada genç kızları futboldan en çok uzak tutan şeyin futbolcu kadınlar hakkındaki ön yargılar olduğu ortaya çıkmış; federasyon bunu çözmek için tanıtım yüzü olarak Fotomodel Adriana Karembeu’yü kullanmak zorunda kalmıştı. Yine Fransa’da ve Almanya’da milli futbolcular ön yargıları kırmak için defalarca dergilere poz vermek durumunda kaldılar. Bir de günde beş kadının öldürüldüğü Türkiye’deki durumu, sporcu kadınların yaşadığı baskıyı düşünün.
Bu ülkeye dair enteresan ve yürek burkan şeylerden bir tanesi, ayrımcılığın tarifinin ve teşhisinin genelde o ayrımcılıktan en çok avantaj sağlayan kitleler tarafından yapılması. Irkçılığı beyaz Türklere, din ve vicdan özgürlüğünü Sünnilere, cinsiyetçiliği erkeklere soruyoruz. Aldığımız cevap haliyle her seferinde “Yok canım” oluyor. Bu ülkede birileri ha bire eziliyor ama ayrımcılığın hiçbir türü bu ülkede resmi olarak bulunmuyor. Bunu eleştirdiğinizde ise ayrımcılığın tarifini yapanların lincine uğruyorsunuz. Mesela sosyal medya bunun için çok uygun bir mecra. Nitekim, ilginç bir şekilde çok benzer profilleri taşıyan onlarca kullanıcı eleştirilen latent cinsiyetçilik olunca, neredeyse içgüdüsel bir senkronla “erkeklikler”ini savunma ihtiyacı hissettiler. Aynı argümanlarla ve aynı hırçınlıkla. “Erkeklere de voleybol yakışmıyor, aynı şey” argümanının tarihi boyunca estetik bahanelerle yasaklanmış kadın sporlarının muadili olarak kaç kere öne sürüldüğünü hatırlamıyorum bile, sanki erkeklere voleybol hiç yasaklanmış gibi.
Sosyal medyada bahsettiğim aktörün -büyük ihtimalle bilinçsizce- yazdığı twitine gelen desteklerde gözlemlediklerim arasında en ilginci, cinsiyetçiliğin ırkçılıkla aynı kefeye konmasına karşı gelenlerdi. İlginç; çünkü bu bir ikrarı belgeliyor; yani “Yaptığımızın cinsiyetçilik olduğunu biliyoruz, ama bunu ırkçılıkla aynı kefeye koyamazsınız.” Burada yıllar önce üzerinde konsensusa varılmış bir meseleden bihaber olmak kadar, kadınlara karşı yaptığı ayrımcılığı belli bir noktaya kadar kendinde hak görme durumu da var. Yani bu şehirli beyaz Türk gençlere göre bir kadını tekme tokat dövemezsiniz belki ama hangi sporu yapacağına karışabilir, belli bir sporu yaptığı için kınayabilirsiniz. Kadına fiziksel şiddet uygulamadıktan sonra, psikolojik alanını daraltıp ona belli roller biçmek caizdir. Bunlar tabii ki çoğunlukla bu şekilde açık açık ifade edilmiyor ancak latent bir cinsiyetçiliği okumak o kadar da zor değil.
Carol Anne Douglas’ın tanıyı koyup, beyazların doğuştan üstünlüğünü savunan ırkçılıkla, erkeklerin doğuştan üstünlüğünü savunan cinsiyetçiliğin aynı kökten geldiğini anlatmasının üzerinden otuz yıldan fazla geçti. Cinsiyetçilik, bir insanın doğuştan gelen özellikleri nedeniyle diğerini ezebileceğini daha aileden öğretmeye başlayan ideolojik, kurumsal ve toplumsal bir hastalık. İnsanın içindeki kötülüğün açığa çıkışının en lanet türlerinden biri. Ve kabul etmek gerekir ki, spor bunun yıllardır kalesi konumunda. Tarihte hiçbir spor dalı yok ki, kadınlar başlangıçtan itibaren ve doğal olarak bir parçası kabul edilmiş olsun. Bugün kadın sporu olarak kabul edilen dallarda bile kadınların katılımı örgütlü ve meşakkatli bir mücadelenin sonunda gerçekleşti. Kadınlar, nereye vardılarsa cinsiyetçiliğin duvarlarını yıkarak vardılar. Kazanımları hiçbir zaman bir uzlaşının sonucu olmadı.
Bugün kadınların istediği sporla uğraşmasının karşısına örülmeye çalışılan toplumsal duvar da benzer bir mücadelenin objesi olmaya mahkum. Erkeklerin kendi toplumsal mevzisi olarak algıladığı ve içselleştirdiği alanlardan kadınları uzak tutmak için yarattığı sosyal baskı, arkasına kaçınılmaz olarak kurumsal ve ideolojik iktidarı alıyor. Günümüz Türkiyesi örneğine bakarsak, kadınların özgürce atacağı adımlara karşı alınan her tavır, bilinçli ya da bilinçsiz, ama kaçınılmaz olarak sırtını muhafazakar iktidarın cinsiyetçiliğine yaslıyor. Özellikle son bir senede yaratılan ve stilize bir maşizm örneği olarak karşımıza sürülen “beyler kültürü” bu iktidarın paçasının arkasından kadın düşmanlığı yapmanın ucuz bir yolu olarak peydah olunmuştur ve şu konjonktür içinde doğması ve sporda kök salması tesadüf değildir. Otuz yıldır Türk-İslam senteziyle gençleri apolitik görünümlü bir şovenizme koşullayan resmi ideoloji, günümüzde iyice muhafazakarlaşıp toplumu cinsiyetçilikle yeniden kodlamaya başlamıştır. Bu, bir kısım kitleye kürtaj meselesindeki gibi doğrudan ulaşır, bazen de sosyal medyanın post-ergenlerine aradıkları kimliği kazandıran “beylerrr” ya da “amk” kültürü yoluyla. Aynı kültürel kodlar farklı kesimlere, farklı yöntemlerle kodlandığında ise stereo bir şovenizm ortalığı kaplar. Tıpkı şu an yaşadığımız gibi.
12 Eylül sonrasının resmi ideolojisi, şovenizmi insanlara benimsetirken sporu sürekli ve kasıtlı olarak kullandı. Ne yolla olursa olsun kazanmaya odaklı, karşındakini eşiti görmeyi değil ezip yok etmeyi hedefleyen, doyumsuz, şiddete meyilli yığınlar spor sahalarında yaratıldı. Toplumun darbe öncesindeki ülkeyi değiştirme, dönüştürme enerjisi şoven bir kaba kuvvete böyle çevrildi. Kadın düşmanlığını bunun bir parçası olarak algılamamak bu gerçeği eksik okumaktır. Sporu maşizmden kurtarmak da en az şovenizmin diğer türevlerinden kurtarmak kadar acil bir mücadele konusudur. Bu, sporun kendi içindeki mahalle baskısına direnmekten ve cinsiyetçiliğin kuyruğuna bıkmaksızın basmaktan geçer. Kuyruğuna basılanın bağırmasının onda biri öfkedense, onda dokuzu korkudandır. Nihayetinde en görkemli şovenizm kalesi bile aslında korkudan ve güvensizlikten mamuldür. Bu nedenle, ama en çok da tek bir kadın sporcuyu bile sevdiği sporu yaptığı için kurban vermemek için geri durmamak gerekir.
İlk Yorumu Siz Yapın