Dünya Kupası maçlarını izlemek ve bu yazıyı yazmak üzere ofise hareketlendiğimde Wimbledon Tenis Turnuvası’nda da pek çok maç oynanıyordu. John Isner ? Nicolas Mahut bunlardan biriydi. Federer’inkinin ya da Marsel’inkinin yanında pek önemsemeyeceğimiz, hatta turnuvanın web sitesini kurcalamazsak sonucunu görmeyeceğimiz bir maç.
Dünya Kupası’nda ilk seans maçları tamamlandı. İngiltere’nin ite kaka en az kendisi kadar sevimsiz Slovenya’yı eleyişini söylenerek izledim. Diğer maçın 0-0 bitmesinin kendisini de gruptan çıkaracağını bilen ve kendi yenilgisini engellemek yerine diğer maçı beklemeyi tercih eden Slovenler’in, kupada en sevdiğim takımlardan Amerika’nın son dakika golüyle yıkılışını da. Gerçi TRT, Slovenya ve Amerika’nın kader anını beklemektense reklama dalmayı tercih etti ama ben bunu tahmin ettiğim için önlemimi almıştım. Bu sırada Isner-Mahut maçı uzunca bir maç hâline gelmişti.
Derken yarın öbür gün Wimbledon’a yolculayacağımız tenis manyağımız Şevket ve ?millî şef? stajyerimiz Alican’la Marsel’in maçına daldık. Bu sırada Isner’le Mahut son sette otuzuncu oyunu geride bırakmış ve bizde rekorları hatırlama ihtiyacını uyandırmıştı. Marsel, Hanescu karşısında dördüncü seti cengaverce kaybederken ise gözlerimiz çoktan Isner’le Mahut’un maçına dönmüştü. Kırkıncı, ellinci, sekseninci oyun geride kalıyor, iki taraf birbirinin servisini kıramıyordu. İki başaltı oyuncunun bacaklarındaki derman azalırken, bütün dünyanın ilgisi yavaş yavaş 18. Kort’a kayıyordu. Internette maçın linkleri paylaşılıyor, duyanlar duymayanlara anlatıyordu. Şevket’in ofisin içinde hoplaya zıplaya kainattaki herkesi telefonla aradığı dakikalardı bunlar.
Merakla beklediğim Almanya-Gana maçı başladığında gözlerimiz hâlâ Wimbledon’daydı. 1500 kişilik tribünleri bir Hindistan şehirlerarası treniymişçesine doldurmuş seyirciler, her şeyi alkışlarla karşılıyordu. Yüzüncü oyun geride kalmıştı. Hemen karşıdaki Açık Radyo’ya gecelik rutin devre arası ziyaretimi yaptığımda ise yüz onuncu oyunu görmüştük. Günün sonu gelmişti, ama iki tenisçinin inadı bitmiyordu.
İki genç adam, bu sabah uyandıklarında Federer’i, Dünya Kupası’nı, Almanya’yı, İngiltere’yi gölgede bırakacaklarını, dünyanın en çok konuşulan iki ismi olacaklarını bilmiyorlardı. Vücutlarında on saat raket sallayacak kadar enerjinin olduğundan da büyük ihtimalle habersizdiler. Maçın sınırları bugünü aştığında, ikisinin de hayatını değiştiren ve herkesi kapıp götüren bir girdabın merkeziydiler.
Bugün bu yazıyı yazdığım için mutluyum. Maçlardaki pozisyonlardan bahsetmediğim için, Capello’ya çemkirip Almanya’nın İngiltere’yi ne kadar rahat eleyeceğini ballandıra ballandıra anlatmadığım için mutluyum. Dünyanın en çok tenis yayınlayan kanallarından birinin spikeri olarak adlarını bile epeyce düşünerek hatırlayabileceğim iki adam günümü kapladığı için mutluyum.
Çünkü bugün Isner’la Mahut hayat hakkında bir şeyler söyledi bize. Fark yaratmanın yalnızca başarılı olmaktan geçmediğini hatırlattılar. Bazen direnmenin, cesur olmanın ve devam etmenin her şeyden önemli olabileceğini gösterdiler. İçimizdeki enerjinin çoğu kez bizim sandığımızdan çok daha fazla olduğunu hatırladık izlerken. Bazen günün sonunda yalnızca orada olabilmenin bile fark yaratabileceğini gördük.
Hayat; yıldızlardan, başarılardan, olağanüstü yeteneklerden çok daha fazlasını taşıyor içinde. Ne güzel hatırlatmıştı vaktinde Ernst Jünger’in sözünü Ulus Baker bize; ?Dünya, Tarih ve Hayat, büyük harflerle başlasalar da hep küçük şeylerin gücüyle ayakta dururlar?. Biz küçükler, batılıların ?underdog? dediği, belki bizim de ?madun? olarak Türkçeleştirebileceğimiz favori olmayanlar, biz de örüyoruz bu dünyanın taşlarını. Sırtımızda dünyanın ağırlığını taşınamayacak kadar ağır hissettiğimiz zamanlar bile küçük ayak izleri bırakıyoruz ardımızda, küçük farklar yaratıyoruz. Bizlerin tarih yazma ihtimalimiz, hep yeni bir güne daha başlayabilmemizden, ayakta durabilmemizden, devam edebilmemizden geçiyor, tıpkı Isner’le Mahut’nün bugün yaptığı gibi…
* Bu yazı, kime ithaf edildiğini çok iyi biliyor.
Isner ve Mahut belkide tarih yazabilmek için ilk,tek ve son fırsatlarını çok iyi kullandılar…işin ilginç yanı kimin kazanacağını çoğu kimse merak etmiyor bile…ben etmiyorum en azından…benim gözümde bu adamlar tenis tarihinin en uzun maçına imza atan adamlar olarak kalacaklar…kimin kazandığı önemli değil…Tenis tarihine geçmek için ya 13 kez Grand Slam kazanacaksınız ya da 10 saat (ve fazlası) bir maç oynayacaksınız…
ayrıca yazı çok güzel olmuş…emeğine sağlık hocam…
[…] This post was mentioned on Twitter by . said: […]