Sabahın kör bir vakti çıktım St. Lazare Meydanı’na. Burası tam bir meydan sayılır mı bilemiyorum, St.Lazare Garı’nın önünden geçen iki koca caddeyi ve ortasındaki parka benzer boşluğu meydandan sayıp bir de üstüne garın adıyla taltif etme eğilimim var. Bütün bunları yaparken çantamdaki haritayı çıkarıp meydanın (meydansa tabii) gerçek adına bakmıyorum, sağdaki soldaki tabelalara da gözümü dikmiyorum üstelik. Neden dersen, turistmiş gibi dolaşmayı sevmiyorum Paris’te. Gerçi turist değilsem neyim peki, henüz beni fahri konsolos ilân ettiklerini hatırlamıyorum. Yani demek istediğim, çarşaf gibi haritayı orta yerde açıp en turistik yerlerin ve en iri kıyım Lafayette Mağazası’nın yerini arayan fotoğraf makineli tiplerden olmak istemiyorum. Paris, biraz biraz İstanbul’u andırıyor, sanki İstanbul’muş gibi dolaşmak hoşuma gidiyor. Üstelik Paris’te kaybolmak neredeyse imkânsız, oysa İstanbul’da insan ömür boyu yaşasa da bazen kendini kaybedebiliyor. Zaten kendimizi her an kaybedebilme olasılığımız bizi temelde İstanbulllu yapan. Bir de Paris’te turistler ezici çoğunluk, martılı ve kedili şehrimizdeki gibi haritayla gezenlere ?aha turiste bak? muamelesi yapılmıyor. Ama ben yine de Aziz Lazar’ın benim zorumla adını verdiği bu meydanda insanların bana ve haritama takılacakları paranoyasına gömülmüş durumdayım. Oysa kimsenin umrunda değil. Ama siii mösyö, benim umrumda işte.
Paris’te sabahın körü olmakla beraber hava bin derece. Güneş, Fransa’ya ve hatta tüm Avrupa’ya dik dik ve fritöz bakıyor. Henüz iki gün önce ayaza çalan bir sabahı İstanbul’da bırakmış ve yanına ince bir şeyler almayı akıl edememiş olan ben, tatil yörelerine yeni gelen yegâne pantalonlu tip durumundayım. Eni konu ter döküyorum, hatta ayaklarım daha radikal takılıyor, kan döküyorlar. Kan, ter ve bir süre sonra kaçınılmaz olarak gelen göz yaşlarıyla beraber Paris güneşiyle asfalt arasına preslenmiş durumdayım. Zihnimde ızgara izleri çıkıyor.
Sırtımdaki çanta dakikalar ilerledikçe daha da ağır çekiyor. Giymemin mümkün olmadığı kalınlıktaki giysilerin yanı sıra aptallığımın da ağırlığı omzuma çökmüş durumda. Sen Lazar Abi’nin meydanından sola sapıp düz yürüyorum. Herkes üstüme üstüme geliyor. Çünkü bu bahsettiğim herkes, işine gücüne ve bu meyanda öncelikli olarak metro istasyonuna ulaşma peşinde. Peki bu istasyon nerede, tabii ki az önce sola kırmak suretiyle kıçımı döndüğüm Lazar Efendi’nin meydanında. Dolayısıyla Paris halkıyla yer yer yüzleşme, bol bol kucaklaşma ve kartezyen olarak artan medeni ?pardon?laşmadan oluşan bir grekoromen durumumuz var. Kenarda bank gördüm, çökmenin zamanıdır.
Ağır çantam ve kanlı ayaklarımla banka yığılıyoruz. Bir rahatlık oluyor ister istemez. Şehrin temposuna aykırı, hayli detone bir durum arz ediyorum bir taraftan. Lazar’ın göbeğine sarkma telaşındaki insanlar sağımdan solumdan akıyor, bunu yaparken kimi kruvasanlar ve benyeler kemiriyorlar, bir kısmı kahve içiyor, eser miktarda telefonla konuşan da var, kitap okuyarak yürüyen bir kadını da bu listeye dahil edebilirim. Aynı anda birçok şeyi yaparken koşturmaya İstanbul’dan alışkınım, o temponun içinde olamamak tuhafıma gidiyor. Tahmin edin neredeki devasa kitapçıyı yağmalamak için pusuya yatmış durumdayım, ancak açılmasına daha neresinden baksan bir saat var. Hiç acelem yok, hatta tam olsun, hiiiç acelem yok. Herkesle birlikte koşma alışkanlığı dürtüklemese bankta da rahatım.
Seine Nehri kaynama noktasını denemeye başlayınca, Paris’te kızlar da erkenden çiçeklenmiş. En son Paris’e geldiğimde Şubat ayında olduğumuzu düşünürsek, güzel bir şey bu. Göz dikmemeye uğraşıyorum, lâkin turist olmak işime de geliyor, ?öküz turist? anonim ünvanıyla bir parça göz banyosu yapmak olası. Hem inanın ki şartlar beni buna zorluyor. ?Öküz? deyip geçebilirsin, an itibariyle umursamayabilirim. Zaten yabancısı olmadığım ama ait de olamadığım bir ritmin ortasında kalmışım, ?sen de oynar mısın? diyen olsa dört nala oyuna girecek mahzun çocuk rolündeyim, o anda Paris’teki o pek güzel birkaç bin kızdan biriyle bile ateşli ve bir o kadar da hırçın bir aşk yaşamadığımı saymıyorum bile. Karışma o yüzden.
Öte yandan önümde koşturan Paris, karnımı da ufaktan ufaktan acıktırmış durumda. Ne yazık ki sosyal fobimin doruklarındayım, yıllar sonra ayak bastığım şehir yüzüme ?şak? diye vurmuş vaziyette. Bordeaux’daki sakin, kasabamsı yaşantıya bile ayak uydurabilmek için birkaç güne ihtiyaç duyarken, bu gri başkentte her kafadan bir ses çıkıyor ve ben hangisini yakalayıp da cevap vereyim şaşırıyorum. En iyisi kimseyle pek konuşmamak ve mümkün olduğunca otomatlardan beslenmek. Zaten turistten sayıldığım hâlde şoka uğramışım, bir de dediklerini anladığımı ve cevap verebildiğimi hissederlerse hepten üstüme çökerler, gerek yok. İstanbul’da bir şeye ihtiyacı olan olursa ona yardım ederim, ödeşiriz. Yalnız bu mide guruldamaya başladı.
Lazar Abi’nin oraya teğet geçerek daireler çizmeye başladım, bir taraftan da kitapçıyı kesme şansım var böylece. Etrafta sessiz sakin, tercihen bir kişiden fazlasıyla muhatap olmayacağım bir yer arıyorum midemi doldurmak için. Lâkin gördüğüm her yere bir kulp takmakta hiç zorlanmıyorum. Bunda oturacak yer yok, bunun başı kalabalık siparişimi duymaz, şu çöreğe benzeyene ne dendiğini hatırlamıyorum sipariş edemem, bu fazla lüks, bunda zehirlenme riskim var… Aynı turdan on sekiz tane atınca, her ayrı yere taktığım kulp daha da kemikleşiyor, bir çeşit mantık örüyorum takıntılarımın etrafına. On üçüncü turdan sonra et benli abinin çalıştığı yerin çöreğimsi şeylerinin -neydi yahu adı?- fazla yağlı olduğuna, öbüründeki sandalyelerin asla boşalmayacağına, şu elli yaşlarındaki kadının da yabancı düşmanı olduğuna eminim.
On dokuzuncu ve ayaklarım iflas ettiği için son turdan sonra sakin, hemen hemen boş ve menüsünü eşek kadar büyütüp oraya buraya asmış bir kafe bulup oturuyorum. Aslında buraya da pek çok kulp takmıştım, ama on altıncı turdan sonra başıma güneş geçmesi hafızamdan bazı ayrıntıların uçmasına yol açtı. Yürüyemez hâle geldiğimde oraya girip oturmamak için bir nedenim yoktu.
İçerisi oldukça tenhaydı, ben de özellikle dışarıya oturdum. Dışarıda iki masa doluydu, özellikle onlardan uzağa en köşeye geçtim. Böylelikle benimle en son ilgilenilecekti, ben de o arada nasıl bir tavır sergilemem gerektiğini çözecektim. ?Yahu sana, otur zıkkımlan işte? dediğinizi duyar gibiyim, haklısınız tabii kendinize göre ama kazın ayağı öyle değil. Saat daha dokuz çeyrek, ben şimdi burada biriyle kavga edersem, ya da olur ya biri bana düpedüz kıllık yaparsa benim önümdeki o koca gün nasıl geçer sonra? Kaldı ki kırk beş dakika ötede beni bekleyen bir kitapçı yağması var, konsantrasyonum bozulursa birşeyler ıskalayabilirim. Bir daha ne zaman geleceğim Paris’e, değil mi ama?
Garsonumuz otuz beş, kırk (hangisi karar veremedim, kırk sanırım) yaşlarında bir hanımefendi. Güzel sayılabilecek bir gülüşü ve renkli gözleri var, kendisinin hayat hikayesi hakkında çeşitli teoriler geliştirecek durumda olmadığım halde bunu yaptım yine de. Hepsini burada anlatmayacağım ama orayı işleten ailenin bir akrabası olmaktan, çocuğuna bakabilmek için sabahın köründen itibaren didinmeye kadar renkli bir skala oluşturdum. Yani bir parça Amelie, bir parça Kemalettin Tuğcu. Paris’te başına güneş geçmiş bir İstanbullu böyle şeyler yapabiliyor.
Kadın(eğer ikinci hayat hikayesi ihtimali geçerliyse ?cağız? da ekleyin buna), önümdeki masadaki takım elbiseli beylerin (neyse ki) bitmek tükenmeyen istekleriyle cebelleştikten sonra benimle ilk kez gözüştü. Ben hemen başka yere dönecek gibi oldum ama ?şimdi geliyorum? işaretinden kaçamadım. Açım da bir taraftan. Neyse ki ne yiyeceğimi filan gayet iyi biliyorum, bir menü seçtim, kahve içmiyorum kakao içiyorum. Güzel!
Hâlâ ?cağız? olup olmadığına karar veremediğim, yaşı da bir o kadar belirsiz hanım masama teşrif etti sonunda. İlk aşamayı başarıyla geçtim, ?pöti dej komple madam?, hatta ukala ukala kahvaltı manasındaki ?pöti dejöne? yerine kısaltma yapıp ?pöti dej? dedim ki öyle safsalak turist muamelesi görmeyeyim (heheyt de desem kızar mısınız, bunu söylerken demiştim çünkü). Zaten Türkçemiz’de kahvaltı kafadan kısaltılmış bir kelime, uzun uzun ?pöti dejöne? diyecek halim yok, ne o öyle ?kahve altı? der gibi. İkinci aşama olarak gelecek soruyu da biliyorum, ?kakao mu, kahve mi?, cevabım hazır, yalnız muhabbetin uzaması endişesiyle cevabı soru gelmeden vermiş olabilir miyim acaba? Neyse işte, atlattık sanırım. Artık yemeğim gelebilir, ben de huzur içinde zıkkımlanabilirim.
İki dilim tereyağlı ekmek, bir sade kruvasan, marmelat, portakal suyu ve kakaodan (kahve değil) ibaret komple kahvaltım masama ulaştı sonunda. İstanbul standartlarında bu kahvaltıya komple demek çok mümkün değil, daha çok ?diğer yarısı ne zaman gelecek? beklentisi içine girmek olası. bir buçuk dakika içinde marmelat kruvasanın içine tıkıştırılıp tüketildi, tereyağı öksüz kaldı. Sanırım kruvasanı solo olarak mideye indirip, marmelatı tereyağlı ekmekle buluşturmam bekleniyordu, yoksa o marmelat ikisine birden hayatta yetmez. Ben tam tersini yapmış olmaktan pişman olmadım, mümkünse tüm kruvasanlar marmelatlı olsunlar zaten. Yalnız elimde tereyağlı ekmeğimle margarin reklamlarındaki toraman ve sinir bozucu çocuklar gibi kalakaldım ki, gastronomik olarak da psikolojik olarak da çok sevimli sayılmazdı. Fazla umursamadım yine de, ?bana ne ya?? derken ekmeğin ilk parçasını yutmuştum bile. Canım sucuklu yumurta istedi birden, İstanbul geri çağırmaya başlamıştı işte üçüncü günden. İstanbullu’ysanız ve şehri uzun süre için terkedecekseniz üçüncü gün önemlidir, ilk ?geri gel? çengelleri o gün içinde atılır, eğer dönecekseniz sorun yok, ama olduğunuz yerde kalıcıysanız durum daha çetrefilli olabilir. Ben geri döneceğim, sucuklu yumurta yerine şimdilik ekmeğimin ikinci parçasıyla idare edebilirim.
Kahvaltımı tahminen bir saate yakın bir sürede bitirmem hesaplanmıştı ki, ben on beşinci dakikada yalanmaya başlamışken garson hanım ortalarda yoktu (belki çocuğunu okula hazırlıyordu kadıncağız). Bir on dakika sonra gözüştüğümüzde bitirdiğimi anlar gibi oldu. On beş dakika daha sonra hesabımı getirdi, ben istemek için herhangi bir hamle yapmadım. 6.90 tuttu, 10 öro verdim, kalanı bahşiş bırakırım, sevimli bir kadın(cağız), bana da iyi davrandı diye düşündüm (hem çocuğu var, sanırım yani). Yüzde elli haysiyetli bir oran ama cebimdeki bozuk euroları mezarıma götürmek gibi bir niyetim olmadığı gibi avroya dönüşmelerini beklemek üzere Türkiye’ye getirecek de değilim. Tam on öroyu uzatmıştım ki, ?bir de su rica edebilir miyim?? dedim. Kakao susatmıştı beni, bizde kakao uyumadan önce içilir, kahvaltıda değil ki! Kadın(cağız) yüzünü buruşturdu, ?keşke daha önce isteseydiniz? dedi. Yahu niye şimdi istemeyeyim, suyu uzaktan bir yerden çeşmeden filan mı getiriyorsunuz? Belki şimdi susadım, hem turistim, belki bizim kültürümüzde yemek bitmeden su içmek ayıp, ne mâlum? Başka kültürlere düşman mısınız yoksa, Sarkozist misiniz, nesiniz? Benim sosyal fobim var, buraya girene kadar kaç tur attım biliyor musunuz? Bütün bunlar ağzımdan kem küm olarak çıktı. Kelimelere dökülmeyen isyanımı bahşiş indirimine giderek göstermeye karar verdim. Zaten üç öro on santim bahşiş mi olur efendi, para mı basıyoruz burada biz? İki öro nenize yetmiyor, ben de kalanla metroya binerim bir kereliğine. Hem diğer taraftan iki öro hâlâ hatırı sayılır bir bahşiş, bildiğim kadarıyla iki öroluk madeni paralar ağaçta yetişmiyor. Ben kendimle bahşiş-protesto dengesi konusunda anlaşmaya vardığımda suyum geldi. Koca bir cam şişe, acele etmedim, kitapçı yağmasına kadar tamamını içtim. Kadınla (ki ?cağız? olduğundan da emin değilim artık, bir şişe su için mırın kırın edilir mi yahu?) bir daha gözüşmedik, çıktım gittim, kendimi kitapların arasına bıraktım, Lafayette muamelesi yaptım kitapçıya. İki öroluk mersi borcu oldu kadının bana, durmadım üzerinde, büyüklük bende kaldı.
Paris’i terkederken aklım fazla geride kalmadı. Ne sabah metroya koşasım geldi, ne de beyaz mini etekli kızların içini gösterme meraklısı güneşin altında pişesim. Benim şu an olduğumdan bile ukala olmak zorunda bırakacak bir şehirde yaşamaya henüz hazır değilim sanırım. Hem her protestom geldiğinde bana iki öroya patlayacaksa işimiz var. Döndüm işte İstanbul’a, yine kedili ve martılıydı geldiğimde. Komple kahvaltının rövanşını almak için güneşli bir günü bekliyorum. Bir sucuklu yumurta, iki de çatal, Lazar Abi de yiyecek. Su da getir unutmadan, bak erkenden söylüyorum.
İlk Yorumu Siz Yapın