Türkiye’nin gördüğü en büyük futbolculardan Lefter’le Rauf Denktaş’ın aynı gün vefat etmesi kaderin sevimsiz bir cilvesi. Aslında tarihle yüzleşme konusunda başarılı bir ülke olabilseydik, bu çok verimli bir tartışmayı beraberinde getirebilirdi. Onun yerine ironik manzaralar sunan bir kafa karışıklığını getirdi.
İzninizle ben bu noktada Türkiye’nin bu kafa karışıklığını ve ondan doğan çarpık politik doğruculuğu bir kenara koyarak devam etmek istiyorum. Beğenmeyen okumayı bu noktada bırakabilir. Ben bu yazıyı yazarken hiçbir şekilde tarafsız değilim, böyle bir niyetim olmadığı gibi, böyle bir gereklilik de yok.
Kıbrıs Sorunu, Türkiye’nin gündemine Britanya’nın adadan çıkacağının belli olmasından itibaren zorla getirilen bir konu. Sorun, aslında etnik bir sorun değil. 20. yüzyılın ilk yarısında Üçüncü Dünya’da sömürgeciliğe karşı verilen pek çok bağımsızlık mücadelesinden birinden bahsediyoruz. Sorunu etnik hâle getiren Britanya sömürge yönetiminin fakir Türkler’i polis olarak istihdam edip bağımsızlık mücadelesi veren Rumlar’ın karşısına çıkarması. Yani bir egemen klasiği, bölerek yönetmek, kardeşi kardeşe kırdırmak. Bir de tabii geleceği parlak, okumuş bir kısım Türk’ün kendi çıkarlarını Britanya’nın çıkarıyla birleştirip halkların kavgasını körüklemesi gerçeği var. Burada da karşımıza Kraliçe’ye sadakat yemini etmiş sömürge savcıları çıkıyor, Rauf Denktaş da bunlardan biri. Denktaş gibilerin de sayesinde Britanya anti-emperyalist ve halkların kardeşliği üzerinden gelişmesi gereken bir bağımsızlık mücadelesini etnik bir kavgaya dönüştürebiliyor. Rum tarafında da Kilise’nin yobazlığı bu kavgayı alevlendiriyor. Mevzu rayından çıkıyor. Britanya buna rağmen bağımsızlık sürecini geri çeviremeyeceğini hissedince hiç değilse Ada’daki varlığını korumak için çırpınıyor, bu kez devreye Türkiye de giriyor. 1955’e kadar “Kıbrıs gibi bir sorunu olmayan” Türkiye, İngiltere’nin çaktırmadan itelemesi, Denktaş ve saz arkadaşlarının iş birliği yaptığı derin devlet uzantılarının, tasfiye edilmiş Turancıların müdahalesiyle işin içine dalıveriyor. Türkiye’deki Rumların bir koz olarak kullanılması da bu dönemde başlıyor.
Kıbrıs Sorunu’nun Türkiye’deki Rumların hayatını cehenneme çevirdiği 1955-1964 periyodu, aynı zamanda Lefter’in Türkiye’nin en önemli futbol yıldızı olduğu dönem. Kıbrıs için provoke edilen 6-7 Eylül’de Lefter’i sokak ortasında linç edilenler arasına girmekten koruyan da bu. Ama kariyeri boyunca, Kıbrıs Sorunu’nun nefesini hep ensesinde hissediyor. Önce en çok milli olan oyuncu olması engellenmeye çalışılıyor, sonra ellinci kez milli olduğu için kendisine verilmesi gereken madalya verilmiyor. Lefter’in 1964’te futbolu bırakması tesadüf değil. 1964, Türkiye’nin Rum vatandaşlarını en çok hırpaladığı yıl. Bu yılda Türkiye’de TC vatandaşı Rumlar’la evli Yunan vatandaşları, Kıbrıs’ta olanlara misilleme olarak sınır dışı ediliyor. Pek çok Rum aile dağılmamak için Türkiye’yi apar topar terk etmek zorunda kalıyor. Vergi borcu gibi bahanelerle el konan malların haddi hesabı yok. Yaygın kanının aksine 1964’ün zararı 6-7 Eylül’ün çok ötesinde. Türkiye’de Rum azınlığı tüketen hamle 1964 sınırdışıları, Lefter’i de tüketiyor. Aslında o yıl, Lefter’in futbolu bırakmasını gerektiren hiçbir şey yok, zaten daha sonra yurt dışına çıkabildiğinde AEK formasıyla yine futbol oynuyor. Büyük usta, kendisini o dönemde tâ Güney Afrika’ya kadar uzaklaşmak zorunda hissediyor. Ancak ironik olarak, pek çok Rum aile Türkiye’den kovulurken, Lefter’e türlü bahanelerle ülkeden ayrılma izni verilmiyor. Belki de gittiğinde yaşadıklarını anlatmasından korkuluyor. O dönemde ne hissettiği ise şimdi kendisiyle beraber toprağın altında.
Lefter’in çok sevdiği İstanbul’undan, Büyükada’sından kalkıp Güney Afrikalar’a yerleşme planı yapmak zorunda kaldığı o yıllar; Kıbrıs’ta milliyetçiliğin hem Türkler, hem Rumlar arasında sivrildiği, bir arada yaşam mücadelesi verenlerin işinin iyice zorlaştığı yıllar. 1960’ta Britanya, Türkiye ve Yunanistan’ın çıkarlarını kollayan ve Kıbrıs’a hiçbir şekilde bağımsızlık şansı vermeyen Londra Antlaşması imzalanıyor ve Kıbrıs Cumhuriyeti kuruluyor. Aslında cumhuriyet, dönemin koşulları için fena bir plan içermiyor ancak Denktaş’ın da anılarında belirttiği üzere iki tarafın milliyetçileri (Denktaş da dahil) “o devleti yıkmak için kuruyorlar.” Yine Denktaş’ın anılarında belirttiği üzere EOKA’nın muadili olarak kurulan TMT terör örgütü, infial yaratmak için gerekirse Türk hedeflerini bombalıyor. TMT’nin amaç olarak da, felsefe olarak da, yöntem olarak da EOKA’dan hiçbir farkı yok. Kendi çıkarları için, Ada’da barış isteyen herkesi, özellikle de Kıbrıs’ta her zaman örgütlü olan sosyalistleri vahşice öldürüyorlar. Pek çok kaynağa göre EOKA Türk’ten çok Rum, TMT Rum’dan çok Türk öldürüyor. Bu iki terör örgütü birbirlerini besliyor. Kazanan yine emperyalist güçler oluyor.
Kıbrıs’ta gerçekten yaşananlar; Türkiye’de basının inanılmaz manipülasyonu, yaratılan milliyetçi isteri ve 12 Eylül sonrasında iyice kuvvetlenen ulusçu tarih beyin yıkaması nedeniyle neredeyse hiç bilinmiyor. Ortaya da böyle garabetler çıkıyor. Britanya çıkarını savunmak için yemin etmiş bir sömürge savcısı milli kahraman ilân edilebiliyor mesela. Lefter, Kıbrıs’ta doğmuş olsa onu öldürmekten zevk alacak insanlarla aynı anda anılabiliyor.
Bu kafa karışıklığını yaratan şeylerden biri de tabii Lefter’in milliyetçi kafa tarafından algılanışındaki çarpıklık. En iyi niyetli açıklamalarda bile bu çarpıklığı okumak mümkün. Mesela hiç uzağa gitmeyelim, Lefter’in Kadıköy’deki heykelindeki plakayı okuyalım. “Futbolu bıraktıktan sonra da ülkemizi terk etmeyen Lefter” diye giden bir cümle… Ülke bizim, Lefter misafir. Rum’un “makbul”u, en büyük eziyette bile gıkını çıkarmayanı bile bizim lütfumuzla burada yaşıyor, yani ülkenin gerçek sahiplerinden değil. Lefter’i anarken bile sürekli bir “bakın Rum’du ama iyiydi” vurgusu, sürekli Yunanistan’a attığı gollere yapılan atıf, cenaze konuşmalarında bile habire Lefter’in Atatürk sevgisine yapılan vurgu. Bu ülkenin belki de gelmiş geçmiş en büyük futbolcusunun naaşı bile bu ülkeyi ne kadar sevdiğini, ne kadar sadık olduğunu kanıtlamak zorunda. Öldükten sonra bile.
Türkiye’deki azınlıklar bu muameleyi, belki bin beterini her gün yaşayarak tükeniyorlar. Kendilerine yapılanları söyleyip hesabını kendi devletlerinden, Türkiye’den sorabilmek şöyle dursun, başlarına daha fazla bir şey gelmesin diye her gün sözlü olarak sadakat tazelemek zorundalar.
Bu ülkede Lefter için yazılmış tek bir doğru düzgün biyografi yok. Çünkü Kıbrıs’ı anlatmadan, 6-7 Eylül’ü, 1964’ü yazmadan, Lefter’in neden 1980’lere kadar Fenerbahçe’ye üye yapılmadığını açıklamadan o kitap yazılamaz. Türkiye’deki Rumlar’ın nasıl tüketildiğini, nasıl ülkeyi terke zorlandığını, bugün hâlâ nasıl ikinci sınıf vatandaş olduğunu anlatmadan o kitap yazılamaz.
Şunu biliyorum ki, Lefter bunları anlatmazdı, muhtemelen ailesi de -yukarıdaki nedenlerden- anlatmayacak. Her şeyi açık açık anlatacak bir Lefter kitabı yazılamayacak. Bunun için Lefter’i ya da ailesini suçlamak anlamsız ve yanlış. Konuşmamak en doğal hakları. Azınlığın konuşanının Hrant olduğu, arkasından vuranların arkasında durulduğu bir ülkede kimse onları konuşmaya zorlayamaz.
Bu ülkede ancak her şeyi açık açık anlatan bir Denktaş/Kıbrıs kitabı yazılabildiği, kapağına da TMT kurşunlarıyla kol kola ölüme giden sendikacı yoldaşlar Derviş Ali Kavazoğlu ve Kostas Mişaulis’in resmi konabildiği zaman, bir Lefter kitabı da yazılabilir.
Çünkü Lefter’in hayatını yazmak, ilk başta her şey için ondan özür dilemeyi gerektirir. Mesela cenazesini uğurladığımız stadyumun Varlık Vergisi’nin müsebbibinin adını taşımasından başlayarak özür dilemeyi.
Bu özrü dileyebilecek kadar dürüst olduğumuz günleri görebilmek dileğiyle.
*Denktaş ve Kıbrıs Sorunu ile ilgili kısımlar için Kıbrıslı tarihçiler Mehmet Hasgüler ve Niyazi Kızılyürek’in çeşitli kitapları ve makaleleri, bunun yanı sıra PEO kaynakları kullanılmıştır.
Elinize sağlık.
[…] Yazar: Dağhan Irak http://www.daghanirak.com/lefterin-hayati-neden-yazilamaz/ […]
[…] Yazar: Dağhan Irak http://www.daghanirak.com/lefterin-hayati-neden-yazilamaz/ […]