Masada oturuyorsun… Önünde bir bardak limonata ve bir kase supangle var. Tıpkı yirmi sene önce olduğu gibi. O zamanlar küçüktün şüphesiz, kot şortun, cırtcırtlı ayakkabıların, üç çizgili beyaz çorapların vardı.
Zaten şimdi istesen de giyemezsin bunları, Selimpaşa?daki yazlıkta değiliz, üstelik kışın ortası ve sen Taksim Meydanı?ndasın. Yine de kulağında Sezen Aksu çınlıyor, ?Değer mi hiç?? yeni çıkmış. Pek sevdiğinden değil, (hoş şimdi de pek bayılmazsın Sezen Aksu?ya) ama herkes onu dinliyor o aralar. Arkadaşının babasının Vosvos?unda da, sitenin girişindeki pastanede de o çalıyor. Ne zaman supangle yiyip limonata içsen tekrar tekrar geliyor kulağına artık, gerçekten çalıyor mu anlayamıyorsun bile. Zaten çok umrunda da değil, umrunda olan o an pastanede olman ve önünde limonata ve supangle olması. Hayatındaki temel konu bu, tek kaygın sabah kalktığında annenin o gün seni pastaneye yollamayacak kadar evhamlı bir gününde olma ihtimali (ya başına bir şey gelirse, evet, üç ev yandaki pastaneye giderken). Bir de pastaneye yollanırken cebindeki paraya sıkı sıkı tutunuyorsun, kaybetmemek için, elli kere yokluyorsun, ailendeki herkes gibi sen de evhamlısın, bir kere bakmak yetmiyor sana, cebinden uçup gidebilir paran ve sen o gün supangle yiyip limonata içemezsin. Ama ?şimdilik- bunun dışında kaygın yok hayatta, etrafında birçok şey olageliyor, bunların bir kısmından haberdar değilsin, haberdar olduklarının ise önemini anlamıyorsun. Bunların bir kısmını ileride anlayacaksın, bazısını ise asla anlamayacaksın, bu ikincileri boşver zaten, gerçekten önemli şeyler değil. Bazı şeyleri hemen anlamana ve kaygılanmana gerek yok, hayatın bir noktasında seninle buluşacak ve sonuna kadar seninle gelecekler, o zaman kaygılanırsın. Sen annenin karnında uyurken tanklar geçti caddelerden, sokağa çıkma yasağı olan gecelerde geldi doğum sancıların. Sorunlu bir ülkeye zorunlu bir göbekbağıyla bağlısın zaten. Şimdi kafana takma bunları, Marmaris?te bir çılgın adamın tuvale attığı her çirkin fırça darbesi pek çokları gibi senin de kalbini yakacak bir gün.
Pastanenin kokularıdır seni çeken. Yalnızca yiyeceklerden bahsetmiyorum. Kuşku yok ki, kurabiyelerin limonatanın kokusu karşı konulmaz ama sen sandalyelerin, sabah paspaslanmış yerlerin de kokusunu seviyorsun. Ufaksın, şirinsin, koca kafanı ve seni seviyorlar. Erkenden kapıda bitmen hoşlarına gidiyor hatta, bazen limonata daha çıkmadan geliyorsun sabredemeyip. Hatta bir kez nasıl yaptıklarını izlemene bile izin verdiler, annen çok kaldın diye endişelenip kızdı sana sonra (bunu da boşver). Mika masada oturup öncelikle limonatanın, sonra da supanglenin gelmesini sabırsızlıkla beklerken o anın, o kokuların, o seslerin beynine olabilecek her fırsatta geri gelmek üzere kazındığının farkında bile değilsin. Zaten dedim ya, çok şeyin farkında değilsin sen. Pastaneden geçen her sabahın Selimpaşa?daki son sabaha seni biraz daha yaklaştırdığının farkında değilsin mesela. Baban bir gün kapıyı çektiğinde, bunun dönüşünün olmadığının da farkında olmayacaksın. İşin tuhafı anormal de gelmeyecek bu sana. Her şeyi normal karşılamaya başlayacaksın, üstelik bunun için özel bir şey yapmana da gerek olmayacak. Sanırım içinde hep olan bir şey bu. Ağlayabilirsin, ağlıyorsun, üstelik sık sık (bu hep olacak), ama geçiyor, hem de herkesin sandığından da hızlı toparlanıyorsun ve normale dönüyor her şey. Başka kokuları, başka anları kaydediyorsun beynine, birikenlerle oynuyorsun çoğu zaman canın sıkıldığında. Hatırlayabildiğin sürece hiçbir şey gerçekten kaybolmuş olmuyor ve sen olmadık şeyleri hatırlayabiliyorsun.
Yirmi yıl sonra vücudu kafasını taşıyamayacakmış gibi duran, önünde limonata ve supangleyle oturan bir çocuksun hâlâ. Ve bu sana normal geliyor.
İlk Yorumu Siz Yapın