İlkay, Mesut ve gurbetteki AKP
Recep Tayyip Erdoğan’ın İngiltere ziyareti esnasında Türkiye kökenli Alman milli futbolcular İlkay Gündoğan ve Mesut Özil’le görüşmesi, hem dünya spor kamuoyunda, hem Almanya ve Türkiye’de gündem oldu. Erdoğan’ın, 2013’de Gezi’de uğradığı kültürel hezimetten bu yana, popüler kültürü kendi tarafına bükme çabalarından bihaber değiliz. Türkiye’yi biraz tanıyan herkes, bu görüşmenin Erdoğan’ın seçim kampanyasının, daha da genelde kültürel hegemonya çabasının bir parçası olduğunu anlayabilir. Erdoğan, 2013’ten beri eve girip çıkarken kendisine sormayan diğer yüzde 50’ye “bakın, sevdiğiniz herkes benden yana” mesajı vermeye çalışıyor. Açıkçası, bu çabanın futbol tarafı, kültür-sanat tarafından daha verimli. Çünkü popüler kültürün o tarafı zaten uzunca bir süredir politize olmuş durumda. MESAM’da yaşanan son kavga gürültüden bunu biliyoruz. Futbol figürleri ise, alanın bütün politizasyonuna rağmen daha genel bir kitleye hitap ediyor, özellikle de nostaljik değeri olanlar. O yüzden Alişan’ı reisinin dizinin dibinde görmek acıtmıyor da, Mehmet Özdilek’i ya da Aykut Kocaman’ı görmek acıtıyor. Tabii, günümüz futbolcuları için bu etkinin de azaldığını söyleyebiliriz. Arda’nın ve Emre’nin reisseverliği zaten irrite edebileceği herkesi etmiş durumda. Nostaljik sermayesini tamamen siyasi sermayeye feda eden bir istisna olarak ise Rıdvan Dilmen’i verebiliriz.
Bu bağlamda, İlkay ve Mesut’un “bizim ziyaretimizin siyasi bir anlamı yoktu” açıklamalarının Türkiye koşullarında bir geçerliliği yok. Almanya koşullarında var mı, asıl soru bu. Bu iki futbolcunun söylediği “biz Türkiye kökenliyiz, ailemizin geldiği ülkenin cumhurbaşkanı çağırdı, biz de bağlarımızın olduğu ülkenin başını ziyaret ettik.” Bunu böyle okuyunca, her şey oldukça masum ve bütün kopan gürültü bir yanlış anlamadan ibaret. Ama Almanya’da da bunun böyle okunacağı bir bağlam yok. Almanya, Erdoğan’ı Türkiye diasporasını açıkça Almanya’ya karşı kışkırtan, Almanya seçimlerine müdahil olan, temel hak ve özgürlüklere saygısız bir otokrat olarak biliyor. Bu cümlenin son kısmı çok mühim değil, zira siyaset bir ikiyüzlülük sanatı ve bir ülkenin liderinin otokrat olması nadiren o ülkenin diğer ülkelerle ilişkilerinde birincil belirleyici oluyor. İran’a yapılan muamele Suudi Arabistan’a yapılmıyor örneğin.
Ancak cümlenin ilk kısmı önemli. Erdoğan, Almanya için (hem siyasetçiler, hem toplum için) bir tehdit. Açıktan Almanya karşıtı bir politikacı ve Almanya’daki yüz binlerce çifte vatandaş Türkiyeli-Almanyalının %60’ının oyuna sahip. Dahası aktif politik stratejisinin içinde Avrupa karşıtlığına dayanan bir popülizm, bu popülizmin hedef tahtasında da Almanya var. Türkiye’de, Erdoğan’ın yalnızca Avrupa’ya gidip miting yapmakla kaldığını zannetmek gibi bir yanılgı var. Oysa AKP rejimi, hem devlet kurumlarıyla, özellikle konsolosluklar ve Diyanet uzantısı DİTİB’le, hem sivil toplum örgütleriyle Avrupa’da son derece etkin. Dahası, pek çok ülkede (Hollanda, Fransa, Bulgaristan gibi) kukla partiler kurdurarak seçimlere katılıyor. Bu strateji henüz daha meyve vermiş değil, ama Avrupa ülkelerinin kendi ülkelerinde parti kurduran bir otokrattan rahatsız olmasında da anlaşılmayacak bir şey yok.
Bütün bu stratejileri bir tarafa koyalım, AKP’nin ve Erdoğan’ın diasporanın bam teline değen bir tarafı var. Asıl mesele burada. AKP’nin Türkiye’deki yükselişini sağlayan “mazlumlar popülizmi” ve “içimizden biri” gibi temel temalar, Avrupa’daki Türkiye diasporasının kendi problemlerine doğrudan temas ediyor. AKP; Türkiye’deki gücünü toplum hayatında eşit temsil edilmeyen, kendisi ve yaşam tarzı hor görülen, kalabalık, geleneksel olarak örgütlenmiş (camiler, hemşerilik ağları), sosyal sermayesi çok yüksek, kültürel sermayesi çok düşük bir kitleden aldı. Onlara hem ekonomik ve kültürel bir cennet bahçesi vaat etti, hem de kimliklerinin elinden alınacağına dair olan korkularını sömürdü. Bunu da “onlar gibi olmayan,” güçlü, tavizsiz ve “onlar”ın koyduğu kurallara uymama konusunda müthiş bir inat sahibi bir kişi kültüyle birleştirdi. “Siz iktidar olduğunuzda nasıl davranacaktıysanız, ben de öyle davranıyorum” mesajı verdi, ki bu mesaj milyonlarca insanı kimlik olarak AKP’ye bağladı. AKP, bugün on milyon üyeye sahip ve bu sayı kendisinden sonra gelen partininkinin aşağı yukarı beş katı. Bunun bir kısmını ekonomik bağımlılıklara ve ikbal meselesine bağlayabiliriz belki, ama AKP’nin kırsalda ve kentlere göç eden topluluklarda var olan geleneksel toplumsal ağları ne kadar başarıyla kullandığını görmezden gelirsek, bu devasa bir yanılgı olur. AKP, DP’nin, AP’nin, ANAP’ın beceremediğini yaptı ve bu ağlardan oy almakla kalmayıp onları tamamen kendisine bağladı.
Bu temaları, alıp diasporaya koyduğunuzda, karşınıza kesin bir başarı formülü çıkıyor. Birincisi, geleneksel-muhafazakar toplumun Türkiye’de yaşadığı kimlik kaybı korkusu, diasporada misliyle var. Erdoğan, Türkiye’deki “mazlumlardan” bahsederken uzun süre diasporanın dertlerine tercüman olduğunun farkında değildi. Son beş senede bunun farkına vardı ve bunu etkili şekilde kullanmaya başladı. Avrupa liderlerine olan tavizsiz ve nobran tavır, Avrupa’nın benimsetmeye çalıştığı kurallara uymama konusundaki derin ısrar, diasporada hep puan toplayan hareketler. 1990’larda gurbetçinin “ev sahibi” karşısındaki ezikliği, Galatasaray’ın ya da milli takımın Avrupa’da aldığı galibiyetlerle sağaltılırdı. Şimdi buna Erdoğan’ın politikaları eklendi. Erdoğan, diasporada belli bir kitlenin “ev sahibi” muhatabına karşı nispet yapacağı o semboller arasına katıldı. Daha önce, Türkiye bayrağı dışında böyle bir siyasi simge var mıydı, tartışılır. Türkiye diasporasının yoğun olduğu ortamlarda duvarlarda Öcalan yazılamaları, arabalarda tek tük Atatürk çıkartmaları görebilirsiniz, ama bunlar kanımca daha ziyade diaspora toplumuna yönelik simgeler. Diasporada AKP’li olmak ise hem diasporanın kalanına, hem de “ev sahibi” ülkeye mesaj.
Bütün bunlar göz önüne alındığında diasporanın ciddi bir kısmı için (Kürtler, Aleviler, Kemalistler, yeni göç edenler ve siyasi sığınmacılar haricindeki hemen herkes için) AKP’li olmak, nefes almak kadar doğal. İlkay ve Mesut için de durumun bu olabileceğini tahmin etmek zor değil. Arda ya da Emre gibi belli bir strateji dahilinde reisçi değiller, hatta reisçi demek doğru mudur o bile tartışılır, ama onlar için sözgelimi Alman bir gazetecinin sırf Erdoğan istedi diye bir yıl hapis yatmasının rahatsız edici hiçbir tarafı yok. İlkay’ın imzaladığı formaya yazdığı şey çok anlamlı; “CUMHURBAŞKANIM.” Belki İlkay’ın siyasetle alakası yok, belki hayatında bir kere bile oturup kendi kimliği üzerine kafa yormamış, ama otomatik olarak Tayyip Erdoğan onun lideri; Angela Merkel’in asla olamayacağı kadar.
İşte burada zurnanın zırt dediği yere geliyoruz. İlkay, Almanya’nın oynadığı Suudi Arabistan hazırlık maçında top her ayağına değdiğinde Alman seyirci tarafından ıslıklandı. Türkiye’de bunun ırkçılıktan kaynaklı olduğuna dair AKP’lisinden solcusuna bir mutabakat var. Almanya’da yükselen yabancı düşmanlığının kuşkusuz meseleye etkisi olmuştur, ama tutup da her şeyi “Türk düşmanlığından yapıyorlar”a bağlamak, kusura bakılmasın ama çocuk yaştan itibaren gırtlağımıza sokulan milliyetçiliğin refleks olarak kendini ortaya çıkarmasından başka bir şey değil.
İlkay ve Mesut, Dünya Kupası’nda Almanya’yı temsil eden futbolcular. Modern spor, özellikle de Dünya Kupası gibi organizasyonlar, ulus-devlet mantığını kuvvetlendirme esasına dayanır. Dolayısıyla, İlkay ve Mesut’un kendi hayatlarında Türklükle Almanlık arasındaki sınırı flulaştırdıkları pratikler, milli takım forması giydiklerinde biraz daha az tolerans bulur. İlkay ve Mesut, dua edebilir ya da Türkçe küfür edebilir, ama yabancı ülkenin Almanya karşıtı Cumhurbaşkanına “CUMHURBAŞKANIM” diyemez. Derse de karşılığı bu olur. Bunun Türkiye’de anlaşılamamasının temel nedeni Türkiye toplumunun, aynı ülke siyaseti gibi, “gurbetçi” denen insan topluluğunu diasporadan çok sömürge gibi görmesi. Bu insanların Almanya vatandaşı olmaları, Türkiye’dekiler için (diasporanın kendisi için de) pragmatik bir formaliteden ibaret. Mesut ve İlkay da bu anlayışla Alman oldukları için değil, Dünya Kupası kazanmak için Almanya adına oynuyor. Mesele böyle olduğunda, yaşadığımız krizin ortaya çıkışı son derece normal hâle geliyor. Mesut ve İlkay, bir Fatih Akın değiller. Fatih Akın, Türkiye kökenli bir Alman ya da Almanyalı bir Türk olarak karşımıza çıkıyor ve Türkiye’yle mesafesini de ona göre ayarlıyor. Türkiye’ye eleştirel yaklaşabiliyor ama Almanca çektiği filmlerde dahi Türk olmaktan vazgeçmiyor. Mesut ve İlkay ise diaspora toplumundan ne bekleniyorsa o, aslında tüm aidiyeti Türkiye’ye olan ama çıkarları gereği Alman olmuş insanlar. En azından bu mesajı veriyorlar. Türkiye toplumu da, Almanya toplumu da bunun farkında. Sorun buradan kaynaklanıyor.
Avrupa’daki Türkiyelilerin yaşadıkları ülkeye bağlılığının düşüklüğü, tamamen (hatta belki çoğunlukla) kendi tutumlarının ve stratejilerinin sonucu değil. Her ülkenin diaspora stratejilerinin verdiği farklı sonuçlar var. Şunu söylemek lazım, bu baştan yanlış kurulmuş bir sistem. Köylü Türkiyelileri, yaşadıkları yerlerden alıp Avrupa’nın büyükşehirlerinde, çok dişe dokunur bir destek mekanizması olmadan, kültür şokuyla başbaşa bırakmak sosyal travma yaratmanın inanılmaz bir yolu. Dil ve yordam bilmeyen bu insanlara, dillerinden anlayacak yardım yolları yaratmamak, hem Avrupa ülkelerinin, hem onlarla işçi gönderme anlaşması yapan Türkiye’nin kabahati. 1950’lilerde bu iş yapılırken, Avrupa ülkeleri “alır, kullanır, göndeririz” gibi sömürgeci ve hiçbir şekilde gerçekçi olmayan bir mantık içindeydi. Türkiye hükümeti ise “gitsinler, döviz gelir” gibi bir çıkarcılığa girmişti. Kimse “bu insanlar ne yapar, geri dönerler mi, kalırlar mı?” sorularını sormadı. Neredeyse yetmiş yıldır bu sorunla uğraşıyoruz. Bugün Avrupa ülkelerinde hâlâ diaspora toplumlarında geniş bir yatay örgütlenme sağlamış bir sivil toplum örgütünden ya da siyasi partiden söz etmek çok zor. Bu yoklukların yerini kökü Türkiye’de olan siyasi partiler, cemaatler ve kuruluşlar alıyor. AKP, bu örgütlenmelerde de lider konumda.
Bu sorunlar yalnızca Türkiyeli diasporayla ilgili değil. Sözgelimi, Fransa Cezayirlilerle, Hollanda Faslılarla benzer sorunlar yaşıyor. Devlet eliyle ya da sivil toplum yoluyla bir türlü çözülemeyen bu sorunların çözümünde popüler kültür figürlerinin hatrı sayılır bir rolü var. Onların ne yapacağı büyük önem taşıyor. Zinedine Zidane, Cezayirli bir Fransız ya da Fransalı bir Cezayirli olarak 1998’de inanılmaz bir mesafe kat etti. Aynı şey Faslı-Fransız komedyenler Jamel Debbouze ve Gad Elmaleh için de söylenebilir. Bu rol modelleri, sorunları tamamen çözmedi ama en azından başka bir yol da olabileceğini gösterdi.
İlkay ve Mesut, her açıklamalarında Almanya’daki Türkiye toplumu için rol modeli olduklarını öne sürüyorlar. Ancak, bunun için top oynamak dışında ne yaptıkları çok meçhul. Toplum lideri olmak, iyi top oynamaktan fazlasını gerektiriyor. İşe attıkları adımları tartarak başlamaları gerekiyor, her şeyden önce. Almanya, Dünya Kupası’na, Türkiye ise tarihinin en önemli seçimine giderken Mesut Özil ve İlkay Gündoğan’ın yaptığı aptalca ve sorumsuzca. Maalesef bunlar toplum lideri olmak için değil, anca toplumun amigosu olmak için uygun vasıflar. İlkay ve Mesut, Almanya’daki Türkiye diasporasının algılanışını değiştiren elçiler olmak yerine, o toplumun ve Türkiye’nin alkışını arayan kendine güvensiz figürler olmayı tercih ediyorlar. Bu ne yazık ki, futbol yoluyla alınan mesafelerin kaybedilmesi anlamına gelecek. Mesut ve İlkay’ın sorumsuzluğu, Almanya milli takımlarına son on yılda gelen tüm Türkiye kökenlilerin varlığını bir çıkar işine çevirdi. Bu dakikadan sonra DFB, ancak yeteneklerine ihtiyaç duyduğu için Türkiyelileri alır, Türkiyeliler de ancak Türkiye milli takımında ulaşamayacakları başarılara ulaşmak için Almanya milli takımlarına gider. Bu zaten, büyük ölçüde böyleydi, ama özellikle erkek futbolu dışında önemli ve olumlu örnekler de mevcuttu (Kadın futbolunda Hasret Kayıkçı, basketbolda Mithat Demirel, buz hokeyinde Yasin Ehliz gibi). Mesut ve İlkay’ın Türkiyeli tribünlerine oynama lüzumsuzluğu, bu örneklerin devamını da tehlikeye attı.
Velev ki Almanya tribünlerinde İlkay’ı ıslıklayan herkes, Türkiye’dekilerin sandığı gibi, istisnasız ırkçı olsun. Irkçı olmayan Alman, Mesut ve İlkay’ı nasıl görüyor? Gurbetçi Türk, Mesut ve İlkay’ı nasıl görüyor? Mesut ve İlkay kendilerini nasıl görüyor? Asıl sorun, bu soruların cevaplarında yatıyor. Eğer bu sorunun üç cevabının içinde “Alman” yoksa, ıslık krizini de çok yadırgamamak lazım.
“Gurbetçi futbolcu” olmakla “diaspora toplumu lideri” olmak arasında büyük bir fark var. Bu fark, en başta aynı anda iki tarafa birden ait olmayı becerebilmekte yatıyor. Çünkü bir diaspora toplumunun yaşadığı en hayati problem bu. Mesut ve İlkay, bunu hem Almanya toplumuna, hem de Almanya’daki Türkiye toplumuna göstermek adına çok kötü bir sınav veriyorlar. Arda’nın Barcelona’da oynarken bile Bayrampaşa’da mahsur kalması gibi, dünyanın zirvesindeyken bile Gelsenkirchen’in gurbetçi mahallelerine hapis kalmış durumdalar. Onları bu hapislikten kurtaracak şey, Erdoğan’a sadakatlerini kanıtlamaları değil, Almanya’daki Türkiye toplumunun %60’ının ve Türkiye’dekilerin alkışını almak da değil. Hem kendi toplumlarının, hem bütün Almanya’nın rol modeli olmak. Evet, bu kolay bir şey değil. Ama iyi futbolcu olmakla büyük sporcu olmak ya da Zidane gibi oynamakla Zidane olmak arasındaki farkın da yolu buradan geçiyor.
İlk Yorumu Siz Yapın