Türkiye’nin özgürlükler bakımından son derece zor bir dönemden geçtiği, yalnızca hapisteki gazeteci rakamlarıyla bile çok rahat kanıtlanabilecek bir gerçek. Zaten siyasi iktidar ve yandaşları da bunun paniği içinde, tutuklu ya da mahkum gazetecilerin aslen gazeteci olmadıklarını kanıtlamanın telaşı içindeler. İfade özgürlüğüne bu kadar şiddetli baskının olduğu bir dönemde bir mücadele gerekliliği olduğu da muhakkak. Ancak bu mücadelenin, el yordamıyla ve rastgele değil, mevcut durumu iyi tahlil ederek yapılması gerekiyor.
Memlekette ifade özgürlüğünün iktidar sahipleri tarafından kontrol edilebilirliği konusunda çizilen tablo, tâ yetmiş sene önce yazılan George Orwell’ın distopyası ?1984?e dayandırılıyor. Yani baskıcı bir iktidar, halkı müthiş bir beyin yıkama harekâtından geçirirken, sesi çıkanları da içeri tıkıp, ümüğünü sıkıyor, muhalif tek bir ses kalmayana kadar. Orwell’ın kara ütopyasının başarısı ve Türkiye’deki baskı dönemlerine yer yer çok benzemesi şu ana kadar çok tartışıldı. Ancak en az onun kadar tartışılması gereken başka bir distopyanın yine üstünden atlıyoruz; yani Aldous Huxley’nin ?Cesur Yeni Dünya?sının.
?Cesur Yeni Dünya?, ?1984?ün izole ve tek boyutlu havasından farklı olarak, kitlelerin yönetilmek için illa baskı altında tutulmasına gerek olmadığını anlatıyor. Aksine insanların seçme özgürlüğüne sahip olduklarını sandıkları bir dünyada da onları manipüle etmek mümkün. Hatta iktidar kitleler rıza gösterdiğinde onları çok daha ağır bir şekilde sömürebiliyor. İki dünya savaşı arasındaki dönemin fazlaca etkisinde kalmış Orwell’ın aksine Huxley, bize kapitalist toplum hakkında daha fazla şey söylüyor. Her şeyden önce insanların rızasının sopadan çok, algıları şekillendirerek üretildiğini anlatıyor, ki bu çok önemli.
Bu rıza, safi devlet baskısıyla ya da devlet görevlilerinin manipülasyonuyla üretilecek cinsten değil. Özellikle son on yılda Türkiye?de etkili olan liberal dalga, çizdiği ?ceberrut devlet? profiliyle meselenin yalnızca bir bölümüne konsantre oldu ve diğer kısmını -bilinçli ya da bilinçsiz olarak- tamamen yok saydı. O yok sayılan kısım şuydu; özgürlüklere karşı duran otoriterliği, kapitalizmi irdelemeden açıklamak mümkün değil. Kitleleri sessizleştirerek ya da manipüle ederek hegemonya kuran devlet profili 1930?ları açıklamakta yeterli olabilirdi ancak 1970?lerin sonundan itibaren pek bir kullanılabilirliği kalmadı. Kaldı ki, devletin özgürlüklere karşı olan baskısını yalnızca doğrudan bir baskı olarak görmenin naifliği bir tarafa, kapitalizm de bundan soyutlanabilecek gibi değil. Kapitalizm, basit bir ekonomik sistem değil, son derece karmaşık bir güç ilişkileri manzumesi. Bu güç ilişkileri içinde otoriter bir devlete kullanabileceği pek çok aygıt sunuyor. Ezenlerin ezilenlerle olan ilişkisinin tam resmini ancak bu ilişkileri de göz önüne alarak çizebiliriz.
Medyayı ele alalım. Evet, medyada siyasi iktidarın rahatsız olduğu, yazmaması için doğrudan müdahale ettiği insanlar var. Ama bu medyanın bir rıza yaratma aracı olarak kullanılmasının birincil yöntemi değil. Zira bir gazetecinin işinden olması, tutuklanması ya da öldürülmesi, doğrudan tepki yarattığı için rıza yaratma konusunda çok da kullanışlı sayılmaz. Burada anahtar kelime ?zorla? değil ?kendiliğinden?. Otoriter bir yapının karşıtlarına yönelik zorbalığı istenen davranışı hem zahmetli bir yoldan getirir, hem de karşısındaki direnişi güçlendirir. Oysa istenen hareketin kendiliğinden ortaya çıkışını sağlarsa, istenen sonucu hem daha kolay, hem de daha ?temiz? elde edebilir. Türkiye?de 1980?den beri yaşanan da bu. Farklı sektörlerdeki iş adamlarını medya sektörüne girmeleri için cesaretlendirirsiniz, gerekirse bizzat teşvik edersiniz, ileri teknolojiye ve kârlılığa ulaşmasını sağlayarak kafasındaki maddi şüpheleri dağıtırsınız, hatta medyaya girerse faaliyet gösterdiği diğer alanlarda fayda görebileceğini, sahip olabileceği gücü anlamasını sağlarsınız. Medyaya giren patron, sahip olduğu iktidar güvencesiyle diğer sektörlerde kolay kolay uygulatamadığı insanlık dışı iş koşullarını medya çalışanlarına dayatır, sendikayı iş kolunun dışına atar, iş sözleşmesini bile o iş kolunun gereklerine göre yapmaz. Dahası ne tekele, ne kartele karışılmadığı için ya doğrudan pazara yayılarak ya da ?centilmenlik sözleşmeleri? yoluyla sektördeki istihdam kontrolünü de eline alır. Sonuç olarak, medya işçilerinin ezici çoğunluğu işsiz kalmamak için patronun dayattığı her türlü editöryel ve profesyonel zorbalığı kabul etmek zorunda kalır, zamanla yaptığı işe yabancılaşır ve doğrusunun ne olduğunu bile ayırt edemez hâle gelir. Bütün bunları atlatıp hâlâ itiraz edebiliyorsa da onun yerine yarı maaşa, hatta parasız çalışacak genç eleman çoktan hazırlanmıştır. Editöryel alanda görev alan medya işçisinin artık yürüyen bant işçisinden bir farkı yoktur. Hayatını rıza üretiminde kendisine düşen contaları sıkarak geçirir.
Bütün bu makinenin içinde hâlâ kanaat önderi olma özelliğini taşıyan gazetecilere ise başka bir rol biçilir. Bu grup, medya işçileriyle patron arasında bir üçüncü sınıf oluşturarak, bir nevi ?ara sınıf? görevini üstlenir. Bu gruptakilerin, hayat standardı, gelir düzeyi, çalışma koşulları, hatta çalışma alanı bakımından medya işçileriyle hiçbir şekilde temas etmemesi (patron sınıfıyla ise tam tersine daha fazla temas etmeleri) sağlanır ve alttakinin derdini umursamayan, üsttekinin ne olduğunu ise algılayamayan, kendi bireysel ve sınıfsal gerçekliği haricinde her şeyden kopuk, bu yüzden de tüm dünyayı kendi çevresinde dönüyor zanneden (ki bu narsisizm de bu gruba bilinçli olarak aşılanır) insanlara dönüşmeleri öngörülür. Bu makinenin dişlileri dışında kalabilen birkaç gazeteci de mümkün olduğunca az gürültü çıkarmaya dikkat ederek bir şekilde etkisiz hâle getirirler. Zaten devre dışı kalmasalar bile rıza üretim sürecine etkileri istisnaidir.
Türkiye?de ve dünyanın herhangi başka bir kapitalist ülkesinde medyanın rıza üretim makinesi böyle kurulmuşken, muhalefeti kişiselleştirmenin ve bağlamı dışına çıkarmanın -kişinin belki kendisi dışında- kimseye bir faydası yok. Zira kişiselleşen ve bağlamını kaybeden muhalefetin karşısındaki rıza üretim makinesini devre dışı bırakma şansı yok. Bu tarz bir ?meşhurlar muhalefeti? bırakalım geniş halk kitlelerinde, medyanın yürüyen bant işçilerinde bile bir özdeşlik ya da yoldaşlık hissi yaratmayı, kolaylıkla bir karşı-propagandayla bertaraf edilebilir. Bunun verileri, öldürülen, tutuklanan, kast dışına atılan gazetecileri ?hain?, ?terörist?, ?bölücü? olarak algılayan yüz binlerce insanda bulunabilir.
Özetle, medyada ifade özgürlüğüne basit ve bireysel bir gazeteci-iktidar zıtlaşması üzerinden yaklaşmak hem yanlış, hem de nafile. Dahası kişiselleştirilen ?meşhur muhalefeti?nin doğası gereği ilgiyi sürekli kendinde toplarken, medyadaki kapitalist düzene karşı yönetilebilecek her türlü sınıfsal eleştiriye karşı bir tampon görevi gördüğü de unutulmamalı. Sorgulanması gereken medyanın ?ara sınıf?ının bireysel sıkıntıları değil, egemenlerin eliyle var edilen o sınıfın varlığının mücadeleye ne getirdiği ve daha önemlisi ondan ne götürdüğü olmalı. Ancak o zaman kitlesel ve örgütlü bir hak arama çabasından bahsedilebilir.
İlk Yorumu Siz Yapın