Dünyanın ekseriyeti için konuşmak gerekirse İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en kötü dönemi yaşadığımız söylenebilir. İnsanlığın son 200 yıldaki ortak kazanımlarının çoğu bugün tehlikede. Evrensel insan haklarından bilime, demokrasiden hukukun üstünlüğüne kadar her şey, dünyada ve Türkiye’de bugün açıktan saldırıya uğruyor. Her şey bir günde olmuyor tabii, bu yaşadığımız döneme de bir günde gelinmedi. 1990’ların başında Doğu Bloku’nun yıkılması ve tek kutuplu dünya ideolojisinin ekonomik küreselleşmeyi dayatmasıyla paralel olarak moderniteyle hoyrat bir hesaplaşmaya girildi ve son 30 yılda bir nebze insanca yaşamamızı sağlayan ne kadar ilke ve kurum varsa erozyona uğratıldı.
Yanlış anlaşılmasın, modernitenin ve modernizmin eleştiriye ihtiyacı yoktu demiyorum. Zira modern dönem yalnızca insani kazanımların dönemi değildi, pek çok insanlık suçu da modern ilkeler üzerinden meşrulaştırıldı mesela. Ama bunlarla hesaplaşmanın yolu, modern yapılara vandalca saldırmak değildi. Post-modernizmin yaptığı gibi, örtüyü masanın altından hızla çekip üstünde ne varsa tuzla buz etmek de değildi kuşkusuz. Bugün, hem modernitenin eleştirisinin doğru düzgün yapılamamasının hem de eleştiri adına girişilen hoyratlığın acısını çekiyoruz. Tekrarlıyorum, dünyada ve Türkiye’de…
Türkiye özelinde bakarsak bizim modern tarihimizin eleştirilecek çok tarafı var kuşkusuz. Bizim toplumumuz kadar dolabında cesetle, halının altında pislikle yaşayan başka kaç toplum vardır bilemiyorum. Üzeri dogmalarla sıvanmış felaketlerin ülkesi Türkiye, ne kadar saklayacak şeyi varsa o kadar hırçınlaşan bir toplum Türkiye toplumu… Ne toplumsal ilişkilerin iç içe geçmiş faillik-mağdurluk hikayeleri üzerinden kurulduğu bir toplumun ne de o ilişkileri olduğu gibi sürdürmeyi görev edinmiş bir devletin sağlıklı olduğu söylenebilir.
Türkiye’nin özellikle 2000’lerde içine girdiği tarihi yüzleşmeler yalnızca yararlı değil gerekliydi de ama bir yandan da talihsiz bir süreçti; o yüzleşmeye soyunanlar hem kendi rövanşizmlerine, hem de post-modern amentülerine yenik düştü, asıl yüzleşmesi gerekenler ise reaksiyoner bir şekilde dogmalarına daha da sıkı sarıldı. Toplumun fay hatları büsbütün hassaslaştı.
İşin en fenası da bu zorlu durum, her türlü toplumsal kırılganlığı kendi çıkarına sömürmeyi âdet edinmiş bir iktidarla aynı zamana denk geldi. Türkiye’yi feraha çıkarması gereken bir yüzleşme, beceriksizlik-talihsizlik-kötü niyet üçlüsünün farklı şekillerde sahne almasıyla distopik bir kâbusa dönüştü.
O kâbusun bugün geldiği nokta, devletin tüm kurumlarına sızdığı anlaşılan bir tarikatın elinde hayatı karartılmış yüzlerce insandan yalnızca birinin hikayesi ve Türkiye’nin altı yaşında bir çocuğun evlendirilmesine bile insani bir tepki veremez hâle gelmiş olması işte… Bu ülkenin ne devleti ne de toplumu, altı yaşında bir çocuğu tarikatçı sapıklara karşı koruyabilecek durumda ne yazık ki… Bu durumun ayrıntılı bir sosyolojik tahlili yapılıp Türkiye modeli laikliğin dinle ilişkisinin kırılganlığı sorgulanabilir kuşkusuz, bunu da konuşuruz. Ama ev kundaklanmışken, ilk şikâyet edilecek itfaiyenin beceriksizliği midir, emin değilim.
Bu ülkeyi 20 yıldır muhafazakârlar yönetiyor. Toplumdaki erozyondan da devletin kurumlarının darmadağın olmasından da onlar sorumlu. Üstelik bu durumun sebebi kifayetsizlik de değil, bu ülkeyi bile isteye bu hâle getirdiler, bundan çıkarları vardı, hâlâ da var. Bir tarikatın içinde altı yaşında ‘gelin verilen’, doğru ifadesiyle cinsel sömürü amacıyla çocuk ticaretinin mağduru olan tek bir insan bile varsa onun başına gelenlerden bu iktidar sorumlu.
Muhafazakârlık, iktidarla mı başlayıp bitiyor peki? Hayır, kaç gündür izliyoruz, muhalefet de -gerek kendi muhafazakârlığından, gerekse muhafazakâr seçmenin korkusundan- dilini ısırıyor, doğru düzgün bir tepki gösteremiyor. Ama yine yangını bırakıp itfaiyeciye sarmayalım. Muhalefetin bu basiretsizliğinin arkasında da bu ülkede 20 yıldır tuğla tuğla inşa edilen muhafazakâr hegemonya var. İletişim şeysi Fahrettin Paşa’nın gerine gerine savunduğu ‘kültürel iktidar’ bu işte, bir tarikata doluşmuş sapık adamların altı yaşında çocukları istediği gibi sömürebilmesi ve kimsenin itiraz bile etmemesi ya da edememesi.
Söz konusu tarikatın, diğer başka tarikatlar gibi, devletin tüm kurumlarına sızdığını herkes biliyor. Bilmiyorduysa da bu olayla öğrendi zaten. Gördük ki koca devlet, bakanından savcısına, Diyanet’inden okul müdürüne kadar işi gücü bırakmış, bu cinsel saldırgan çetesini savunmaya kendisini adamış. Öyle ki skandalı ortaya çıkaran gazeteci Timur Soykan’ın başına bir şey gelme ihtimâli, saldırganlarınkinden çok daha fazla, bunun alametlerini maaşlı trollerin sosyal medya kampanyalarından gördük bile…
AKP’nin yerleştirdiği muhafazakâr yapıyı anlamak için daha genel bir tartışma yapmak lazım. Zira dediğim gibi, modernite sonrası krizin muhafazakârlar eliyle tahakküm amaçlı bir saldırıya dönüştürülmesi yalnızca Türkiye’ye has değil. Dünyanın birçok yerinde muhafazakâr gruplar, kendi tahakkümlerinin önünde duran yapılara vahşice saldırıyor. Amerika’da Trump’ın atadığı Anayasa Mahkemesi yargıçları arasında bir tarikat mensubu, bir de cinsel saldırı şüphelisi var; onların oyuyla kadınların kürtaj hakkının kısıtlanmasının önü açıldı. Britanya’da Muhafazakâr Parti iktidarı, grev hakkı başta olmak üzere yüzlerce yıllık bütün işçi haklarını kısıtlamanın zeminini arıyor. Yunanistan’da Yeni Demokrasi iktidarı, cunta döneminden beri görülen en büyük devlet suçlarından birini işledi ve neredeyse bütün muhalefeti yasadışı dinlemelere tâbi tuttu. Fransa’da hükümet, laikliği ırkçılığa kılıf yapmış durumda, diğer yandan da kendini her türlü sömürgecilik eleştirisine siper etti. Tüm dünya, eşcinsellere savaş açmayı kültürel hak olarak gören bir saltanatın düzenlediği futbol turnuvasını izliyor; Dünya İklim Değişikliği Zirvesi, çevrecilerin faaliyetlerini neredeyse tamamen kısıtlamış faşist bir cunta liderinin ev sahipliğinde yapılıyor. Velhasıl, içinde yaşadığımız rejim, bu muhafazakâr çürümüşlüğün öncülerinden ama tek örnek değil.
Bu durumda muhafazakârlığı bir konuşmak gerekiyor. Son 20 yılda Türkiye’de insanların kafasında bir soru belirdiyse o da ülkede taş üstünde taş koymamış bir muhafazakâr iktidarın neyi muhafaza ettiği herhalde. Bu aslında çok isabetli bir soru; dünyanın her yerinde muhafazakâr siyasi hareketler, insanlığın ortak kazanımlarına barbarca saldırılar düzenlerken neyi muhafaza ediyor olabilir ki?
Bu sorunun kısa cevabı şu: kendi tahakkümlerini. Uzun cevabı ise -izin verin açayım- şöyle: Muhafazakârlık, kendisini toplumun değerlerinin savunucusu olarak takdim eder. Oysa muhafaza ettiği, o toplumsal değerlerin kendisine sağladığı ayrıcalıklardır. Mesele ister çocuk yaşta evlilikler olsun, ister kürtaj, kadına karşı takıntılıdır, çünkü eril toplumsal kontrol onun için her zaman kullanışlı bir araçtır, toplumun yarısını erkeklik üzerinden kendi davasına angaje edebilir böylelikle. Dahası kadını kontrol edince, nüfusu kontrol eder.
Erdoğan’ın ‘ailenin korunması’ vurgusunda da ağzından düşürmediği çocuk sayılarında da bu tahakküm hırsını rahatlıkla okuyabiliyoruz. En son promptersız telaffuz ettiği, “PKK 10-15 çocuk yapıyor” cümlesi, tek başına parti-devlet rejimini açıklıyor mesela; nüfusu milli-etnik-dini tahakküm aracı olarak gören, bu yolda siyasi-hukuki-toplumsal her yola başvuran bir iktidar tipini yani. İçişleri bakanının durmadan, “PKK kadın örgütüdür” demesi, LGBTİ+’nin Avrupa ülkelerinin bir silahı olduğunu iddia etmesi de benzer bir tahakküm arayışının açıkçası çok da mâhirâne olmayan örnekleri arasında.
Bugün parti-devlet rejimi, altı yaşında çocukları kendi aralarında değiş-tokuş eden tarikatçı erkekleri, kendi hayatını özgürce yaşamak isteyen kadınlara ve LGBTİ+’lere tercih ediyor; çünkü kendi iktidarını birinci grubun sürdüreceğini biliyor. Bu yalnızca düşünsel-ideolojik bir ortaklık da değil üstelik, olası bir seçim kaybında yeni gelen iktidarı çalışmaz hâle getirmek için yargıya, kolluk kuvvetlerine, eğitim sistemine sızdırdıkları tarikatçılara güvenmek zorunda kalacaklar.
Ahlâki kontrol, meselenin yalnızca bir tarafı tabii; muhafazakârların her türlü hak ve özgürlüğe kesif düşmanlığının ardında hep tahakküm hesapları var. Hakkını arayan bir işçi, farklı kimlikleriyle barışık bir toplum, özgür bir basın da alerji yapıyor muhafazakâr bünyede. Çünkü hepsi muhafazakârların asıl muhafaza etmeye çalıştıklarına, yani toplum ve devlet nezdindeki ayrıcalıklarına mâni oluyor. Muhafazakârların demokrasiyle uyumsuzluğunun ve biraz fırsat gördüler mi hemen faşizme rücu etmesinin nedeni bu.
Türkiye, modernizmle hesaplaşmasını beceremedi, zaten modernizmi de pek becermiş sayılmazdı. Ama bu toplum bir gün dolabındaki cesetlerden kurtulacak, özgür ve mutlu olacaksa bunun yeter değil ama gerek koşulu, kendi muhafazakârlığıyla hesaplaşmak olacak. 20 yıl önce durduğumuz yerden başlangıç noktası olarak geride, tecrübe olarak ilerideyiz. Hangi yöne gideceğimizi ise zaman gösterecek.
İlk olarak https://www.diken.com.tr/muhafazakarlar-neyi-muhafaza-eder/ adresinde yayımlanmıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın