İçinde yaşamaya mecbur edildiğimiz rejimin gaddarlığı ve akıl dışılığı, bizi soğuk kanlı analizler yapmaktan alıkoyuyor. Türlü şiddetle, utanmazlıkla, hırsızlıkla, katillikle uğraştığımız bu günlerde öfkeden sıkılı yumruklarla kalem tutmak hiç kolay değil. Yine de, özellikle iktidar odaklarının kendi aralarındaki kavgalarda sürüklenip kaybolmamak, gündemin isterik uçuculuğunda savrulup gitmemek için biraz durup düşünmek, düşündüğümüzü kaydetmek gerekiyor.
AKP rejiminin -ki buna Erdoğanizm de diyebiliriz- güç kaybederek son bulmaya evrildiği şu günlerde, ülkenin içine girdiği kutuplaşma tartışılıyor ve tartışılmayı da hak ediyor. Bu kutuplaşma, yeni başlayan bir şey değil, aksine özellikle son üç yıldır -yani referandumdan beri- giderek art(tırıl)ıyor ve rejimin popülizminin kuvvetli dayanaklarından biri olmuş durumda. Türkiye’de politik eksen şu anda ?biz? ve ?onlar? üzerine kurulu, buradaki aktörler durduğunuz yere göre değişebilir. Bu tesadüf değil, kendiliğinden de değil. Aksine, kötü hesaplanmış bir hegemonya inşa sürecinin bir parçası.
Daha fazla ilerlemeden, bu yazıda zaman zaman refere edeceğim iki metni paylaşmak istiyorum. Birincisi; Foti Benlisoy’un 17 Mart 2014 tarihli ?AKP?nin mitingi ve ?ahır kokan? İzmir? makalesi (http://fotibenlisoy.tumblr.com/post/79864600364/akpnin-mitingi-ve-ah-r-kokan-izmir), diğeri ise Gülen Cemaati’nin hükümet içindeki köstebeği olduğu izlenimini veren @fuatavni Twitter hesabından paylaşılan bir grup önerme (http://i.imgur.com/DtFYQky.png).
Yukarıdaki iki metnin ortak noktası, AKP’nin kitlesini kültürel açıdan mercek altına alıp tahliller yapıyor olması. Benlisoy, durumu ?’Batılılaşmış elitler’ ile ‘derin millet’ arasındaki kültürel yarık? olarak ele alırken Fuat Avni ?Muhafazakar ve gece kondu gençliğinin zengin üst sınıf olarak nitelendirilenlere karşı hem aşağılık kompleksi hem de öfkesi vardır? diyor. Bu birbirine yakın iki tarif, Erdoğanist popülizmin kaynağını isabetli bir şekilde tarif ediyor. Kutuplaşmanın bu ?kültürel yarık? üzerinden oluşturulduğu, bu yolda sık sık bir çeşit ?cehalet övgüsü?ne başvurulduğu da açık. Ancak diğer cenahta da bir tür ?zeka mastürbasyonu? ortaya çıktığını söylememiz gerekir.
Meseleyi sakince ele almak gerekirse -ki gerekir-, AKP’nin kullandığı, yücelttiği ve orgütlediği ?cehalet?, partinin kendi yarattığı bir şey değil. Tanıl Bora’nın 2006 tarihli ?Tahsilli Cehaletin Cinneti? yazısında (http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=328&dyid=4918) da gösterdiği üzere, farklı dönemlerde, kesimlerde ve şekillerde de ortaya çıkabiliyor. Burada sorun, Türkiye’de eğitim sisteminin ve kitle haberleşmesinin ezelden beri eleştirelliğe kapalı oluşu ve kimin atına binerse onun türküsü söylemesi; yani devletin ideolojik aygıtları olarak rıza değirmenine su taşıması. Türkiye demokratik tarihinin uç uca eklenmiş rejim denemeleri olmasının nedeni de bu. Türkiye’de iktidar ele değiştiriyor, iktidarın kendisi değişmiyor; aksine var olan şekli giderek güçleniyor. Bu minvalde AKP 1930’ların tek parti CHP’sinin de, 27 Mayıs’ın da, 12 Mart’ın da, 12 Eylül’ün de, 28 Şubat’ın da mirasçısı. Onların başlattığını şahikasına erdirerek kağıt üzerinde kusursuz bir parti-devlet kurdu.
Tâ ki Gezi’ye kadar…
Gezi ve Haziran direnişleri, hegemonik bir görüntü çizen rejimin Aşil Topuğu’nu, moda tabirle ?bug?ını buldu. Evet, AKP rejimi kendi burjuvazisini palazlandırıp ekonomik sermayeye hakim olmayı başarmıştı. Bu yarattığı yeni özel sektörde ve tamamen kadrolaştığı devlet kurumlarında yarattığı ağlarda sosyal alana da tamamen hükmetmişti. Lâkin, Erdoğanizm’in o güne kadar pek zorlamadığı kültürel alan zayıftı ve bu alandaki tüm sermayesi Gülen Cemaati’ne ihâle edilmişti. Burada kültürel sermaye derken, hem ülkenin modus operandi‘sine olan ehliyetten, hem insan kaynağından, hem de bunların kültürel hegemonyaya dönüştürülebilme ihtimalinden bahsediyoruz. Gezi, bu alanı savaşın bir cephesi hâline getirdi, ve AKP kaybetmeye başladı.
Bu noktada, Gezi’ye de ?gökten inmiş? muamelesi yapmamak gerekir. 31 Mayıs’ta patlayan aslında sessiz ama yoğun ilerleyen bir sürecin uç noktasıydı. Bunu anlamak için biraz geriden başlamak gerekir. Gezi’de sokaklara dökülen ağırlıklı olarak 1980-1990 arası doğmuş gençler, Türkiye’nin yüz yıllık modernite macerasının ilk defa elle tutulur bir hâl aldığı bir dönemde büyüdüler. Onların ilk gençliğinde Türkiye ciddi bir Avrupa Birliği adayı oldu, demokratikleşme reformları yapıldı, ekonomik yapı küresel sisteme uyum sağladı. Türkiye gençliği Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi programlarına katılmaya, ekonomik ve sosyal olduğu kadar kültürel olarak da küreselleşen dünyaya uyum sağlamaya başladılar. Meclis’in sokak hareketlerinden etkilenerek Irak tezkeresini 1 Mart 2003’te reddetmesi bu dönemin en büyük zaferiydi. Türkiye, ?ılımlı AKP?yle laiklik-muhafazakarlık sorununu da çözmüş gözüküyor, demokratik bir Avrupa ülkesi olmaya ilerliyordu. Bu dönemin yetişmiş insan kaynağı bunun umuduyla enerji yüklüydü.
Derken işler ters dönmeye başladı. 2004’te Kıbrıs referandumu istenilen sonucu vermedi, Türkiye’nin AB yolu tıkandı, Avrupa’da sağ politikalar güç kazandı, AKP Batı’dan uzaklaşmaya başladı ve Doğu’dan gelen sermayeyle kendi hegemonyasını inşa etmeye koyuldu, bu arada küresel kriz patlak verdi.
Türkiye tarihinin belki de en iyi yetişmiş kuşağı, kendini bir kabusun içinde buldu. AKP kendi rejimini meritokrasi değil mediyokrasi üzerine kuruyor, biat eden vasatları yetişmiş insan kaynağının yerine monte ediyordu. Kültürel olarak da baskı başlamıştı. Devlet kurumlarında, özel sektörde, medyada, üniversitelerde; yetişmiş insan kaynağının var olduğu her yerde sessiz bir ?yandaş işgali? başlamıştı. Erdoğanizm, bu kuşağı 28 Şubat’ın yerine koyup intikam alıyor, tarumar ediyordu.
Gezi’nin fay hattı aslında buradan geçiyordu. Erdoğanizm, iyi yetişmiş koca bir kuşağı ziyan etmiş, üstelik onların zamanın ruhunun da etkisiyle politize olduğunu okuyamamıştı. Gezi zamanı plazalarda, özel ve devlet üniversitelerinde birden bire artan eylemlilik, aslında hayalleri yıkılan bir kuşağın isyanıydı. Onlar Avrupalı elitler olmayı hayal ederken, paylarına içine kapalı ve otokratik bir muhafazakar rejimin prekaryası rolü düşmüştü. Patladılar.
?Zeka? meselesinin sürekli gündeme geliyor olmasının nedeni bu hayal kırıklığı. Aslında burada kast edilen şey ?zeka? değil, kültürel sermaye. Gezi’yle beraber savaşın kültürel cephesi açıldı ve ekonomik-sosyal olarak köşeye sıkıştırılan kitle güçlü olduğu taraftan saldırmaya başladı. AKP rejiminin bütün dünya önünde rezil olması, gülünç durumlara düşmesi buna karşı kendini savunabilecek kültürel silahlara sahip olmamasındandı. Ellerinde yalnızca kaba kuvvet ve mahalle baskısı kalmıştı. Bu yazının yazıldığı tarih itibarıyla hâlâ aynı çaresizlik içinde debeleniyorlar.
Esas meseleye dönersek; ?orantısız zeka?nın zaman zaman bir mastürbasyon aracına dönüşmesi yazı boyunca bahsettiğimiz kuşağın hâlâ fazla bir rahatlama yöntemine sahip olmamasından. Eğer bu insanlar demokratik süreçlere katılabilselerdi, muhtemelen bu ?zeka? fetişizmi yerini soğuk kanlılığa ve diyalog ihtiyacına bırakacaktı. Ancak sokağa çıktıkları an izansız bir devlet terörüyle karşılaşıyorlar ve kendilerine yapılan gaddarlığın dozu sürekli artıyor. Evet, bu insanların AKP kitlesiyle cahil diye dalga geçmesi, ?hüloğ? diye bağırması yanlış, ama mevcut koşullarda anormal değil. Daha normal koşullarda bu dönemin öz eleştirisinin verilmesi ve farklı davranış kalıplarının oluşturulması gerekir. Ama rejimin polisinden her gün şiddet görüp, bir de başbakan tarafından binlerce kişiye yuhalatılan insanlar bunu bugün becerebilir mi, emin değilim. Taksim’e polisin giremediğindeki gibi bir on beş günümüz daha olabilseydi, belki.
Foti Benlisoy yazısını, ?Kavgamız ?hülocularla?, AKP?nin ?makarnacı? tabanıyla falan değil, olmamalı. Gezi direnişinin açığa çıkardığı o muazzam toplumsal kabarış, AKP?nin tabanında yaratabildiği çatlaklar oranında gelişebilir, kazanabilir.? diye bitiriyor. Haklı. Ancak, bunun için öncelikle diyalog kurulabilecek normal bir hayatın sağlanması gerekiyor. Çılgınlığın dozajını can çekişen rejimin belirlediği şu günlerde maalesef bu mümkün olamıyor.
İlk Yorumu Siz Yapın