İngiliz futbolu hakkında, özellikle de Prömiyer Lig hakkında konuşabilmek için İngiltere’nin ve ülke futbolunun yakın dönem tarihini çok iyi bilmek gerekiyor. Çünkü bir olguyu, onu ortaya çıkaran koşulları yok sayarak, bağlamından soyutlayarak anlamak imkansız. Prömiyer Lig güzellemelerinde nelerin saklandığına baktığımızda futbolun ?serbest piyasa?cılarının gerçek gündemi; yani Türkiye’de ve dünyada nasıl bir futbol ortamı tahayyül ettikleri ortaya çıkıyor. Benim de bu yazıdaki hedefim, tam da bunları açık etmek.
1980’lerin İngiltere’si, Muhafazakar Parti’nin ve Başbakan Margaret Thatcher’ın işçi sınıfına ve onun örgütlenmelerine karşı açtığı savaşla karşı karşıya kalmıştı. İşsiz sayısı üç milyona vururken, Thatcher yönetimi hâlâ vergi yükünü zenginlerden alıp geniş halk kitlelerinin omzuna yıkmaya çalışıyordu. Özelleştirmelerin neden olduğu işçi kıyımlarına karşı durmaya çalışan sendikalara karşı da savaş başlatılmıştı. 1984-85 Maden Grevi sırasında yıldırma politikası gaddarlık boyutuna ulaştı. İşçileri grevden soğutmak için ailelerinin sosyal hakları gasp ediliyor, greve destek verenler kameralarla tespit ediliyordu. Ve sonunda Maden Grevi çöktü. İngiltere’de yüz yıldır politik yaşamın en ciddi aktörlerinden olan sendikalar tüm güçlerini kaybettiler. İşçi sınıfının maddi-manevi-politik bu yenilgisi, kayıp bir kuşağın doğuşuna yol açtı. İngiltere’nin kuşaklar boyu aynı fabrikalarda, aynı madenlerde çalışan işçi ailelerinin çocuklarının artık bir geleceği yoktu. Bir işçi çocuğu babasının çalıştığı fabrikada çalışmak için doğuyordu ama artık o fabrika yerinde yoktu. Üstelik artık yeni kuşağın hakkını koruyacak kurumlar da çökmüştü. Geleceksizlik, çaresizliğe; çaresizlik isyana dönüşüyordu. Gençlerin öfkesi farklı şekillerde ülkenin dört yanında çınlamaya başladı. Bu sosyal bunalım, pek çok alt kültürü ve yönelimi doğurdu. İşçi sınıfının bir numaralı eğlencesi olan futbolda ortaya çıkan holiganizm de bunlardan biriydi.
Futbola karşı olan nefreti kendi bakanları tarafından da kabul edilen Thatcher, holiganizmle mücadeleyi tamamen futbolla mücadeleye dönüştürdü. Thatcher döneminin bakanlarından David Mellor, ?Demir Leydi? hakkında ?yapabileceğini bilse futbolu yasaklardı? diyordu. Muhafazakar hükümet Maden Grevi sırasında uyguladığı etik dışı yöntemleri stadyumlara taşımanın planlarını yapmaya başlamıştı. Mahremiyetin sınırlarını zorlayan kameralar, zaman zaman tribünleri kasten provoke ederek holigan avına çıkan sivil polisler, itiraz hakkına bile açık olmayan ağır cezalar… Thatcher yönetimi, maç bileti alan herkesin fişlenmesini bile gündeme getirmişti. Art arda yaşanan Heysel ve Hillsborough faciaları bu düzenlemeler için bahane oldu. İki olayın da ölümle sonuçlanması büyük ölçüde güvenlik ihmallerine dayanıyordu. Londra İtfaiyesi’nden Gerry Clarkson’ın Brüksel’e giderek yaptığı incelemeler ve hazırladığı rapor, Heysel’in zaten patlamaya hazır bir bomba olduğunu gösteriyordu. Stadyumun büyük güvenlik zaaflarını gösteren bu rapor, çabukça sümen altı edildi. Hillsborough’daki izdihamda ölenler de, taraftarların olay çıkaracağını düşünerek onları doğru kapılara yönlendirmeyi reddeden polis şefinin ve stadyumun köhneliğinin kurbanıydı.
Bu facialar sonrası Muhafazakar Parti, alt kesimleri potansiyel suçlu olarak görüp polis devleti uygulamalarına maruz bırakırken, elinde sermaye olan iş adamlarına kapıyı sonuna kadar açtı. Taylor Raporu’nda yapılan öneriler hayata geçirilirken, İngiltere futbolunun dinamikleri, serbest piyasanın çıkarına kurban edildi. Stadyumlar yenilenirken kapasitelerin düşmesi bahane edilerek bilet fiyatları bir anda iki-üç katına katlandı. Amaç, yeni stadyumlardaki restoranlardan, dükkanlardan alışveriş edebilecek alım gücüne sahip olmayan taraftarların maçlara gelememesinin sağlanmasıydı. Örneğin, Old Trafford tribünlerinin kalbi Stratford End, bir anda pahalı koltuklara ve sponsor bölümlerine ayrılmıştı. Televizyon yayınları konusunda ise BBC-ITV geleneği, paralı platform BskyB tarafından bozuluyordu. Büyük kulüplerle küçük kulüplerin arasındaki ekonomik makasın açılmasını engelleyen sübvansiyon sistemi terk edilerek, büyük kulüplerin daha fazla kazandığı ama küçüklere hiç kaynak aktarmadığı neo-liberal bir yapıya geçilmişti. Ortaya çıkan sonuç; zengin olmayanın stadyumların dışına atıldığı, evinde bile maç izleyemediği, küçük kulüplerin birer birer iflas ettiği bir yapıydı. İşte Prömiyer Lig buydu; yani büyüklerin daha da büyüdüğü, küçüklerin elindeki avucundakinden de mahrum bırakıldığı bir sistem. Kuşkusuz bu Thatcher’ın ve sonrasında Major’ın İngiltere’nin diğer alanlarında yapmaya çalıştığından çok da farklı değildi.
İngiltere’de stadyumların dışına atılan işçi sınıfı taraftarlar, yıllarca aynı fabrikalarda çalışmanın, aynı sendikalara üye olmanın, aynı publarda içmenin verdiği güçle karşı koydular. Bağımsız Taraftar Dernekleri’ni kurarak yerel ve ulusal ölçekte futbolun işleyişinde söz sahibi olmaya, taraftarlar için daha adaletli bir sistem oluşması adına baskı kurmaya başladılar. Bu bazen AFC Wimbledon, FC United ve AFC Liverpool örneklerindeki gibi yeni kulüp kurmaya kadar gitti. Bazen de Northampton Town örneğindeki gibi taraftarlar örgütlenerek kulübü iflastan kurtardı. Ama tablonun geneline baktığımızda İngiltere futbolu neo-liberal sisteme tamamıyla teslim olmuş gibi gözüküyor. Üstteki birkaç kulüp inanılmaz rakamlarla oynuyor. Ligin dibindeki takım ise kayyuma devredilmiş durumda. Alt liglerdeki perişanlık ve maddi nedenlerle kaybolan kulüp sayısı ise aklın alabileceği boyutu çoktan geçti. Prömiyer Lig, zengin birkaç kulübün tekelinde ve bu zenginliğin kaynağı da çoğu kez şaibeli. Tribünlerde ise İngiltere futbolunu, taraftarlık kültürünü yaratanlar artık yok. Prömiyer Lig maçları artık zenginlerin ve turistlerin eğlencesi.
Başa dönersek, Prömiyer Lig’in başlangıcından beri İngiltere futbol kültürüne yaptığı tahribatı ve bunun arkasındaki politik bağlamı pas geçmek ve bu modeli Türkiye için örnek olarak göstermek ya derin bir bilgisizliğin ya da kötü niyetin tezahürü olabilir. İşin kötüsü, Prömiyer Lig müritleri çoğu kez dürüstçe ?biz futbol dünyasında fakir insan, küçük takım istemiyoruz? diyemiyorlar. Bu ligin sahte ışıltısını sürekli güzelleyerek empoze etmeye çalışmak, biraz da gerçek niyeti telaffuz etmeye korkmaktan kaynaklı olmalı. Türkiye’de Prömiyer Lig benzeri yapıların kurulmasına karşı ciddi ve aralıksız bir mücadele vermek gerekiyor. Zira, Türkiye’deki taraftarlık kimliği, İngiltere’deki kadar sağlam değil. Yerellik, örgütlülük ve hak arama alışkanlığı yok denecek kadar az. İngiltere’deki gibi taraftar örgütlerinin yerine çoğu kulüp yönetimlerinin yörüngesindeki çıkar merkezli taraftar gruplarının olması biraz da bunun sonucu. Bu yüzden Prömiyer Lig benzeri bir yapının Türkiye’de ortaya çıkmasının ülkemizdeki alt kesim futbol severlerine etkisi İngiltere’dekinden çok daha ağır olacaktır.
Not: Bu yazı ilk olarak goal.com’da yayınlanmak üzere, ilgili sitenin talebiyle yazılmıştı. Ancak site büyük ihtimalle yazının içeriğinden ve baş yazarlarından birinin yazıda anılan Prömiyer Lig vaizlerinden biri olmasından dolayı yazıyı uzun süre yayınlamadı, yayınladığında da ön sayfaya link vermeyerek yazının okuyucuya ulaşmasının önünü kesmeye çalıştı. Ben de yazıyı goal.com’dan çektim. Bundan sonra ilgili siteye herhangi bir yazı vermeyi düşünmüyorum. Serbest piyasa futbolcularını (buradaki futbolcu, futbolu satan anlamında) savunma konusunda goal.com gibi medya organlarının nasıl ısrarcı olduklarını görünce bu konu üzerine daha da fazla yüklenmem gerektiğini bir kez daha anladım.
[…] ?diye özetler süreci sevgili Dağhan Irak. […]