?Hatırlayacak bir şeyi olmayanın, unutacak bir şeyi de yoktur? diyen Vian uğurlar sizi İstanbul’dan, hatırlayacak çok şeyi olan Saraybosna’da yoldaki hızını kaldırımdaki kızların güzelliğine göre ayarlayan neşeli ve korsan taksi şoförü Muhiddin karşılar sizi. Sizi derken hepinizi değil tabii, beni o karşıladı ondan öyle diyorum. Zaten bu okuyacaklarınız da, öyle derli toplu saptamalar, içi dolu yorumlar filan değil, benim -ne hikmetse Sarayova demediğimiz- Saraybosna’da hissettiklerimden ibaret. Bir resme, bir fotoğraf karesine ne sığarsa, baktığınızda ne çıkarabilirseniz, benim de çıkardığım o kadar belki.
Saraybosna’ya havadan giriş yapmışsanız ve geliş şekliniz paraşüt indirme tugayı vasıtasıyla değil de Bosna ve Hersek Havayolları’nın tarifeli olduğu kadar mütevazi uçağı marifetiyle olmuşsa, şehre girerken ilk göreceğiniz şey -Muhiddin ve kızlarından hemen sonra- savaş yorgunu mermi delikli binalar ve yeni inşaatlar olur. Manzarayı tam anlayabilmeniz için gözünüzün önüne, mesela, Ataköy’ü getirin ve manyağın tekinin koca bir orduyu üzerine saldığını düşünün. Kafanızdaki resim Saraybosna’nın banliyölerinin durumundan eksik olabilir, fazla olamaz.
Muhiddin’le yarı İngilizce, yarı Türkçe, yarı Boşnakça anlaşırken -evet burada bütün muhabbetler bir buçuk porsiyon- savaş yıkıntısı eski binalardan neredeyse utandığını ve yeni inşaatların bitmesini dört gözle beklediğini hissedersiniz. Oysa Saraybosna’nın o kurşun delikli binalarının önemli kısmı neredeyse koynunuza alıp yatmak isteyeceğiniz kadar sevimli Yugoslav binalarıdır. Eskinin yerine yenisinin konmasına olan bu hevesin altında estetik kaygılardan çok daha derin şeylerin olduğunu ilk bu anda fark edersiniz.
Bosna nehrinin bir kolu olan Milyaçka’nın kıyısına kurulmuş olan Başçarşiya’ya, bir diğer deyişle ?eski şehir?e geldiğinizde ismi gibi renkli Türkçe bir görüntü karşılar sizi. İstanbul Dönercisi, Aksaray Börekçisi, Pazar günü sabahın körü orada dolanmayı millî görev telâkki etmiş bir yığın TC vatandaşı ve Türkiye’deki örneklerine kıyasla bir şahika teşkil eden Sebil’in önünde bekleşen, Yeni Cami’nin önünden ithal edilmiş havası taşıyan güvercinler… Burada börekçiye buregcinidza, çaycıya çaycinidza, kazancıya kazancinidza dendiği için rahatlıkla güvercinidza adını takabileceğimiz bu meslek erbabı İstanbul’dan aşina olduğumuz iki hayvan türünün birden yerini tutar. Bu hayvanlar, yalnızca çeşme başında takılan klasik güvercin rolünü oynamazlar, ayrı zamanda şehrimizin kedileri gibi oturup etrafı da keserler. İstanbul’la Saraybosna arasındaki hayat ritmi farkını bir Pazar sabahı erkenden anlamak istiyorsanız bu kuşlara iyi bakın. Eminönü’nün gurul gurul birbirinin üstüne tırmanan güvercinlerinin yerinde, oturup sakin sakin kendisine darı atılmasını bekleyen ya da Milyaçka’da bir kayanın üzerine tüneyen bu hayvancıklar size bir fikir verecektir. Saraybosna’nın insanları da şehrin kuşlarına oldukça benziyor. Tabii daha iri yarı ve neşeli olmalarının dışında. Aslında yalnızca kuşlara göre değil, benim şehrimin insanlarına göre de daha iri yarı ve daha neşeliler.
Bu battal boy insanları memleketimin insanından ayırt etmenin bir yolu da oynadıkları oyundur. İstanbul’da, Beyoğlu’nda gezerken duyduğunuz zar ve pul şakırtılarının yerini Saraybosna’da parklarda, sokak başlarında satranç oynayan insanlar alır. Tavlanın hızı ve fevriliği yoktur bu şehirde, satrancın dinginliği ve analitikliği vardır. Tabii tamamı satranç bilen bir halkın hayata bakışının nasıl farklı olabileceğini ister istemez düşünür, sırf bunun için bile Yoldaş Tito’nun mezardan kalkıp bir elli yıl Türkiye’yi idare etmesini istersiniz.
Lakin insanların rafine zevkleri ve Marşala Tita Caddesi’ne yakın bir yerlerde Tito hatıra eşyaları satmak üzere konuşlanmış abinin haricinde burada eski Yugoslavya’nın çok fazla anıldığına şahit olamazsınız. Aksine, etrafta Bosna-Hersek’e dair çok şey vardır, koca bir günde binlerce Bosna bayrağına karşı hatıra kabilinden bile eski Yugoslavya bayrağı göremezsiniz. Bosna-Hersek’in o pek fütüristik bayrağı, eski günlerin üstünü tıpkı yeni binaların kurşun yaralarını örttüğü gibi örter. Tito, bunun biraz dışındadır, rengi solmuş Tito posterleri, resimleri, özellikle yaşlıların işlettiği dükkanlarda illa ki karşınıza çıkar. Buna fazla şaşırmamak gerekir, zira Tito için Bosna-Hersek; Müslüman, Sırp ve Hırvat nüfusuyla Yugoslavya?nın mikrokosmosuydu ve o yaşadıkça buradaki uyum da beraber de yaşadı. Bosna-Hersek?in Yugoslavya?nın en acılı yeri olması belki de ülkenin kalbinde, yani sarsıntının merkezinde olmasındandı.
Bayrakları ve binaları bir kenara bırakıp insanlara dönersek, karşımıza yine hatırlayacak ve unutacak şeyi çok olan insanlar çıkar. Burada bulunduğunuz her an kanıksamanın hayatın bir parçasını oluşturduğunu hissedersiniz. Bir şehrin hayatla ilişkisini daha çok ölümle olan münasebeti belirliyor galiba. Her ne kadar buradaki insanlar sanki üstlerinden o lanet savaş geçmemişçesine hayat doluysa da, bu durumun ölümün bu şehrin içinden geçip gitmiş olmasından kaynaklandığını da seziyorsunuz. Saatler ilerledikçe sokaklara dökülen Saraybosnalılar sanki hayatın kalan her anını sakin, huzurlu ve neşeli geçirmeyi ilke edinmişler. Sokaklar tıklım tıklımken yürüyüş temposu çok düşük, öyle ki bir İstanbullu’nun bu şehirde tek koşturanın tek kendisi olduğunu fark etmemesi imkansız. Sokaklarda cep telefonunu kurcalayan tek bir insan yok. Ama herkes herkesi tanıyor gibi. Bir gecede on beş ayrı insan grubunun yolda karşılaşıp sohbete daldığına şahit oluyorsunuz. Burada hayat sokakta, herkes hayatta. İnsanlar kafileler hâlinde Ferhadiya Caddesi’nde turluyor, millî bir görevmişçesine dondurma tüketiyorlar. Burada Red Bull’dan tahin helvasına kadar her şeyin dondurması var. Saraybosna ahalisi dondurmaya olduğu kadar sigaraya ve kahveye de düşkün. Buralardaki kafelerde sigara yasaklanırsa insanların hayatla bir damarları kopacak gibi. Sigarayı ve kahveyi militanca, adeta damardan alarak tüketiyorlar. Buna karşın kafelerde bira tüketimi nispeten az, öyle ki insan ilk bakışta hangi kafede bira satıldığını anlayamıyor. Oysa şehrin birası Sarajevsko Pivo millî gururlardan, şehrin en görkemli binalarından biri de bira fabrikası.
Saraybosna’nın güzel insanlarına bakınca hayatlarında yaşamış olabilecekleri acıları tahmin etmeyi bile insanın içi kaldırmıyor. Kim bilir bu dondurma sever güler yüzlü insanların ailelerinden kaç kişi kentin her tarafında karşınıza çıkan mezarlarda yatıyor şimdi. İnsan, bu halkı görünce savaşın gerçekten bir lanet olduğunu daha iyi anlıyor. Bu kadar kendi hâlinde, zarif ve güzel bir şehrin ve insanlarının yüreklerindeki kurşun deliklerinden hâlâ kan sızarken insanın gözünden ister istemez bir damla yaş süzülüyor. Hatırlayacak çok şeyi olan ve yaşayabilmek için kanıksayan iyi niyetli insanların yurdu burası. ?Acaba fazladan bir kalbin yükünü aralarına kabul ederler mi? diye insan sormadan edemiyor.
Saraybosna, 6 Haziran 2010
Not: Neden fasıla? Çünkü bu yazıları hep nefeslendiğim anlarda yazdım. Bir şeyler içimde biriktiğinde bir kenara çekilip fasıla vermek suretiyle ortaya çıkmış yazılar bunlar.
[…] This post was mentioned on Twitter by . said: […]