Bu gece yerel halkla (!) bütünleşme gecesi oldu. Couchsurfing.com’dan mesajlaştığım Nikolina, Pazartesi akşamını bana ayırmaya söz vermişti, sözünü tuttu. Üstelik yalnız da değildik, hepsi CS üyesi bir sürü arkadaş da bizimleydi. Couchsurfing, çok gezen biri olmadığım için çok aktif katılmadığım ama felsefesini desteklediğim bir organizasyon. İnsanlar gittikleri yerlerde site üyeleriyle geziyor, evlerinde kalıyorlar. Dün tanıştığım Nanou gibi bu şekilde dünyayı gezenler var. CS, hem mümkün olduğunca ön yargısız bir diyaloğu sağlayan bir şey, hem de insanın turist olarak kendi başına keşfedemeyeceği şeyleri görmesini sağlıyor.
Şehrin batı ucundaki Millî Müze’nin arka tarafına düşen Tito adlı kafe hiç kuşkusuz böyle bir yerdi. Tito’ya yaklaşırken insanı ilk olarak efsane lider, Federal Sosyalist Yugoslavya’nın, ?öz yönetim?in babası Josip Broz Tito’nun tankı karşılıyor. İçerisi de alabildiğine Tito hatırasıyla dolu. ?Tito Je Na?? (Tito Bizimdir) başta olmak üzere pankartlar, afişler, posterler… Kendimi kaybettiğimi beni tanıyan herkes tahmin etmiştir. Tito-Yugoslavya yazılı sweatshirt’ümü insanların nasıl tepki vereceğini bilemediğimden Saraybosna’ya getirmeyen ben şok içindeyim. Konuştuğum insanlar Tito’yu genelde büyük bir saygı ve özlemle anıyorlar. Onun döneminde ülkenin çok farklı olduğunu, insanların yaşamının daha rahat olduğunu, dünyada büyük saygı gördüklerini söylüyorlar. Sosyalizmden vazgeçmeden Stalin’e kafa tutmak, arada altı-yedi çeşit insan grubunu bir arada yaşatmak az şey değil tabii. Herkes işlerin onun ölümünden sonra karıştığını söylüyor. Aynı gün Şahinpaşiç kitapçısından (Zelenih Beretki’yle Ferhadiya arasında dar bir sokakta, Yugoslavya ve Bosna’yla ilgili İngilizce kitap arıyorsanız mutlaka ziyaret edin) aldığım tuğla kalınlığındaki Raif Dizdareviç kitabının da konusu bu zaten, Tito’nun ölümünün nasıl Yugoslavya’nın ölümüne dönüştüğü…
Kafe Tito’dan sonra Alipaşina Caddesi’ndeki Konya Eğitim Merkezi’nin (?) arkasındaki bir kulübe geçiyoruz. Bir cep sineması havası var burada, eski Yugoslav tipi bir bina. Belli ki burada gösteriler filan oluyor arada, dipteki boşluğun sahne olduğunu ve koltukların ona çevrildiğini fark etmek zor değil. Dosta isimli sosyalist bir grup bildiri dağıtıyor, Açık Radyo’nun panosuna asmak üzere birini yanıma alıyorum. Aradan bir sürahi Rakiya geçiyor, tadı aynı Yunanistan’ın kuzeyindeki Çipuro, oldukça sert ve yakıcı. Bu sırada Dublin’de bir kulüpte bayıltılıp dişleri sökülen ve ucuza yaptırmak için Saraybosna’ya gelen İrlandalı bir öğretmen kızla, Bosna Savaşı’ndan Kosova’ya, Kosova Savaşı’ndan Lüksemburg’a kaçan ve bu arada Fransızca öğrenen bir Bosnalı’yla, McDonalds’ın Bosna’da hemen topu dikeceğinden emin olan ve ?eljo (jelyo) Cevapçısı’nı hiçbir şeye değişmeyecek sosyalist bir Saraybosnalı’yla, burada niye bulunduğunu öğrenemediğim Cenevreli bir dansçıyla tanışıyorum. Fransızca-İngilizce, hatta yer yer İrlandaca’ya kaçan bir muhabbet dönüyor. Marşala Tita’daki 24 saat açık U2 Pizzacısı’nda geceyi tamamlıyoruz. Bu arada Saraybosna’yı ziyaret ederseniz mutlaka pizza yiyin. Burada Domino’s, Pizza Hut vs. yok, halis ev yapımı, İtalya’nın kapı komşusu Adriyatik Pizzası var, incecik hamura, olması gerektiği gibi. Üstelik en kralı pizza 8 Mark, yani 8 Lira, zira 1 Mark=1 Lira. Her şey bazen o kadar hesaplı ki, bazen Türkiye’deki fiyatlarla aradaki farkı yarıya bölüp devasa bahşişler bırakıyorum. Buradaki pizzayı Türkiye’de 30-35’ten aşağı yiyemezsiniz, onu da söyleyeyim. Bir de börekler var tabii, onlar da çok lezzetli ama bizdeki böreklerin fiyatlarıyla hemen hemen aynılar. Yine de bolca yemek lazım, anne böreği kıvamında ve şahaneler.
Her geçen gece, her geçen gün daha da seviyorum bu şehri ben. Ne yazık ki dönüş günü yaklaşıyor.
İlk Yorumu Siz Yapın