Bugün Başçarşiya’dan çıkıp Olimpiyat Stadyumu’na, yani Koşevo’ya kadar yürümeye karar verdim. Az yol değil, gidiş-dönüş en az bir on kilometre var, ancak Saraybosna’da tramvay, otobüs ya da taksi kullanmak demek, sokakların arasına saklanmış bir sürü detayı atlamak demek aynı zamanda. Mesela Milyaçka’nın öbür kıyısındaki eski, savaş yorgunu ama bir taraftan da renkli ve sevimli Yugoslav evlerini. Nehrin öbür tarafı diyorum, çünkü ortasından su geçen tüm şehirlerde olduğu gibi burada da iki yaka, biri asıl, diğeri kopyaymış hissi veriyor. Başçarşiya, Ferhadiya, Marşala Tita hepsi bir tarafta. Diğer tarafta uzun süre, neredeyse doğu-batı doğrultusundaki bu ince uzun şehrin tam ortasına denk gelen Skenderiya’ya kadar birkaç küçük kamu binası dışında kayda değer bir şey yok.
Durum böyle olunca, insan ne kadar karşıdan yürümek isterse istesin, eninde sonunda köprülerden birinin yolunu tutup diğer yakaya geri dönüyor. Köprüler ilginç, Latin Köprüsü gibi tâ Avusturya-Macaristan döneminden kalanlar var, bir de de Gustave Eiffel tarafından tasarlanan Parisvari Eyfel Köprüsü ve kopyaları. Zaten tüm şehir Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve modern dönem olmak üzere üç farklı dönemin bir potpurisi gibi. Saraybosna tek başına ne Osmanlı, ne Avusturya-Macaristan, ne Yugoslavya, ne Avrupa. Hepsinin beklenenin aksine hiç de eklektik olmayan huzurlu bir karışımı. Köprülerin de hepsi birbirinden çok farklı, ama hepsi ayrı güzel. Ortasından geçtikleri Milyaçka nehrini süslüyorlar.
Başçarşiya’dan Koşevo’ya olan yolculuk yine birçok savaş izini sunuyor insanın gözlerine ve vicdanına. Apartmanlarda, insanların yaşadığı evlerde, kamu binalarına kıyasla çok daha fazla kurşun deliği var, savaşın Yugoslavya’sında sivil olmanın hiçbir fark yaratmadığını kanıtlar gibi. Ve mezarlıklar… Her yerdeler. Ferhadiya’nın ortasında, katedralle yeni Ortodoks kilisesinin arasında kalan küçücük Aliya İzzetbegoviç Parkı dışında her yeşillikte Bosna’nın çocukları yatıyor. Ölüm, hayatın içine öylesine karışmış ki yaşananın savaştan çok öte bir şey olduğunu hemen hissediyorsunuz. Hani bir gün önce unutmak demiştim ya, galiba asıl mesele kanıksamak. Saraybosna savaş olmamış, ölüler yokmuş hissine kapılabileceğiniz bir yer değil. Ancak ölülerle bir arada yaşamaya alışamazsanız, burada delirirsiniz. Saraybosna halkı, belli ki delirmemek için kanıksamış olanı biteni.
Şu iki günde, en derinlemesine hissettiğim şey; savaştan nefret etmek ve ne olursa olsun barışa sarılmak gerektiğini hatırlamak için adeta bir başkent burası. Koşevo’da Zetra Olimpiyat Köyü’nde çevre düzenlemesi olarak ayrılmış tüm yeşil alan artık mezarlık. Olimpiyat’ın kedi mi, köpek mi, yoksa tilki mi olduğuna hâlâ tam karar veremediğim maskotunun kış sporlarını yaparken gösterildiği duvar resimleri Zetra’da artık ölülere göz kırpıyor. Bu tesisi tasarlayanlar, bir gün stadyumların arasından yüzlerce mezar taşının başını uzatacağını hayal edebilirler miydi, hiç sanmam.
Koşevo’nun Kış Olimpiyatı’nın yanı sıra Dünya Çılgınlık Olimpiyatı’nın anılarını da barındırıyor olması yetmiyormuş gibi Alipaşina’dan Marşala Tita’ya dönerken daha da yürek kakan bir şeyle karşılaşıyorum; Öldürülen Çocuklar Anıtı. Anıtın kendisi bir havuz üzerine oturtulmuş biri büyük, biri küçük, birbirine yaslanmış iki cam bloktan oluşuyor. Benim gibi bir modern sanat engellinin bile, bu iki cam blokun annesine yaslanmış bir çocuğu temsil ettiğini anlamaması imkansız. Bu iç parçalayıcı anıtın yan tarafında ölen çocukların isimlerinin yazılı olduğu ve önüne çiçekler bırakılmış sütunlar var. Asıl hüzün ise anıtın arka tarafındaki yeşil alanın olduğu gibi çocuk mezarlarıyla kaplı olduğunu fark ettiğinizde gösteriyor kendini. İnsan daha önce hiç hissetmediği şeyler yaşıyor, ruhunun hiç olmadığını sandığı yerlerine bir şeyler dokunuyor. Burası bir park, herhangi bir park, yalnızca çocuk mezarlarıyla kaplı ve etraflarında canlı çocuklar koşturuyor. Saraybosna’da hep olduğu gibi yine ölümle yaşam iç içe, toprağın altındakilerin yaşıtı çocuklar yeni bir hayat yaratıyorlar kendilerine. Burada yaşamanın unutmak değil, kanıksamak olduğunu o zaman anlıyorsunuz. Saraybosnalılar ölü toprağının arasından fışkıran çiçekler gibiler, hayatın devam ettiğini hatırlatmak istercesine. İnsan o anıta çiçek değil, kalbini koymak istiyor. Ve o zaman anlıyor bu şehre kalbinin bir parçasını emanet etmeden ayrılamayacağını…
Marşala Tita’dan Ferhadiya’ya vardığımda hayat yine ölümün üzerini kaplamayı başarıyor. Ferhadiya ilginç çünkü etrafındaki her şeyin aksine bu caddedeki hiçbir şeyde savaş izi yok. Belki çok dar bir cadde olduğundan hasar almaktan kurtuldu, belki de şehrin en göz alıcı yeri olduğundan. Başçarşiya’da da hasar olduğunu söylemek güç ama Avusturya-Macaristan döneminden kalma tarihi kütüphane binasının ateşe verilmiş olduğunu unutmadan. Şimdi o bina Avusturya-Macaristan’ın mirasını paylaşan ülkeler tarafından restore ettiriliyor, ama yüzlerce yıllık kitaplar yanıp gitmiş.
Hazır buraların İstiklâl Caddesi Ferhadiya’ya gelmişken biraz da insanlardan bahsedeyim. Dün şahit olduğum ve Pazar gününe has olabileceğini düşündüğüm sokağa dökülme ve yolda eşle dostla karşılaşıp sohbet etme ritüeli aynen devam ediyor bugün de. Sokağın canlılığı açısından Pazar ile Pazartesi arasında fark yok, kafeler ve sokaklar yine dolu. Kafe demişken burada Starbucks, Gloria vs. yok, herhangi bir fast food zinciri de yok, McDonalds dahil. Turizm broşüründen anladığım kadarıyla Saraybosnalılar bundan özel bir gurur duyuyorlar. Yerli bir fast food zincirinin varlığından da söz etmek olanaksız. Her kafe, her restoran birbirinden farklı, her şey özel yapım. Yeme-içme işi hâlâ zanaat burada. Her yerde yapılan şeylerin tadı bile yediğiniz yere göre değişiyor. Fabrikasyon yemekten bihaber olmanın sonucu olarak sabah kahvaltısında içi tıka basa köfte dolu pideleri mideye indiren bu halk yine de obezlikten oldukça uzak. Şişman genç neredeyse yok, iri yarı olsalar da. Cevap, burek ve dondurma tükettikleri kadar BigMac yeselerdi muhtemelen şehre sığmazlardı. Kapitalizmin bize dayattığı tüketim alışkanlıkları olmadan hayatın ne kadar hoş olabileceğinin güzel bir kanıtı burası. Bir de tabii bu durumu görünce insanın aklına daha serbest bir sosyalizm kurdu diye yerden yere çalınan Yoldaş Tito geliyor. Stalin’in ülkeleri şimdi baştan başa at hırsızlarıyla, çok uluslu şirketlerle doluyken burada tek bir McDonalds bile yok. Stalinizm hayatın her alanında tarihin maskarası olmaya mahkûm galiba.
* Saraybosna 07.06.2010
Not: Neden fasıla? Çünkü bu yazıları hep nefeslendiğim anlarda yazdım. Bir şeyler içimde biriktiğinde bir kenara çekilip fasıla vermek suretiyle ortaya çıkmış yazılar bunlar.
[…] This post was mentioned on Twitter by . said: […]
Merhabalar !
Güzel bir yazı yazmışsınız etkilenmemek mümkün değil,yakın zamanda bir arkadaşımla beraber Saraybosna’da olacağız ve şu anda çevreden bilgi topluyorum,umarım anlattığınız kadar acıyı ve hüznü iliklerimizde hissetmeyiz,hissetsek de kanıksamayı biliriz.Tekrar teşekkürler bu fasılaların devamını beklerim !