Bir Pazar sabahı ansızın başlayan şike soruşturması, futboldaki usulsüzlükleri bir anda ülkenin gündemine taşıdı. Konuyu dezenformasyonla bulandırılmış sulara hiç girmeden konuyu anlamlandırmak mümkün, yalnızca şu anda olan bitene değil, meselenin kavramsal arka planına bakmayı gerektiriyor. Şunu söyleyerek başlamak lazım; şike dediğimiz şey futbolda sonucu etik dışı olarak belirlemenin sadece bir yöntemi ve tıpkı diğer yöntemler gibi mevcut futbol düzeni içerisinde kesinlikle bir anomali değil, aksine onun doğal bir sonucu. Bu yüzden şikenin oluş şekli ve aktörlerinden ziyade onu yaratan koşullara bakmak çok daha mantıklı.
Şike sorun değil sonuç…
Futbolda şike ve sonucu manipüle etmek için kullanılan diğer yöntemlerin tarihi, modern futbolun ilk günlerine kadar uzanıyor. Yüzyıllar boyu Britanya kırsallarında kadın-erkek yüzlerce kişiyle neredeyse kuralsız olarak oynanan futbol, endüstri devrimiyle beraber ilk özgür kölelerin yanında şehirlere göç ettiğinde ve sermaye sahipleri bu zevkli oyundan maç organizasyonu ve bahis yoluyla para kazanabileceklerini keşfettiğinde oyun paranın tahakkümü altına giriyor. Öncelikle şehirlerde futbolu sahiplenen ve onu kurallara bağlayarak ?spor? hâline getiren çelimsiz okul çocuklarını bir kalemde silip atabilecek güçlü fabrika işçilerinin yevmiyelerini karşılayıp onları sahalara getiriyorlar. Böylelikle futbolun ilk profesyonelleri ortaya çıkmış oluyor. Daha sonra ise iş bu profesyonellerin sırtından en fazla paranın nasıl kazanılacağını hesap etmeye geliyor. Şike, teşvik primi ve türlü manipülasyon bu ?kâr maksimizasyonu?nun bir parçası olarak futbolla buluşuyor ve yıllar içinde kemikleşiyor. Futbol kapitalizmi büyüdükçe, adaletsizlikleri de büyüyor.
Şikeyi ya da teşvik primini futboldaki sermaye manipüle etmek için kullanılan diğer yöntemlerden ayrı tutmak aslında günümüzde futbol kapitalizminin çizmeye çalıştığı tablonun tuzağına düşmek olur. Günümüzde, şimdiye kadarki en dallı budaklı hâline ulaşmış olan futbol kapitalizmi zaten doğası gereği büyük balığın küçük balığı yediği bir sistemi tüm araçlarıyla sağlamış durumda. Günümüzde zengin kulüpler, transfer piyasasındaki en yetenekli oyuncuları almakla kalmıyor, aynı zamanda haddinden yüksek fiyatlar vererek piyasayı manipüle de edebiliyorlar. Yani transfer piyasasını şişirerek küçük kulüpleri oyuncu alamayacak hâle getirmek mümkün. Bu durumda küçük kulüplerin yapabileceği tek şey oyuncu yetiştirerek satmak ve bu parayla hayatta kalmak. Ancak büyük kulüpler bunun çaresini de bulmuş vaziyette, yetenekli oyunculara 10-12 yaşından itibaren çengel atarak daha profesyonel olmadan kendi alt yapılarına katıyorlar. Aslında bunu yapmak pek çok ülkede yasak ancak kapitalizmin çalınan minareye kılıf uydurma sanatı olduğunu düşünürsek bunun da yolu bulunuyor. Örneğin İngiltere’de takımlar, getirecekleri oyuncuyla anlaştıktan sonra ana-babasına İngiltere’de göstermelik bir iş bulup göçmenlik başvurusu yapıyorlar. Sonra da para karşılığı anlaştıkları çocuğu ?annesi-babası zaten İngiltere’de çalıştığı için? kadroya alabiliyorlar. Bu yöntemlerle ciddi bir köle pazarı yaratmak, bu arada Üçüncü Dünya kulüplerinin altyapılarına incir ağacı dikmek mümkün. Buna bir çeşit ?futbol emperyalizmi? de diyebiliriz, egemenler bir kez daha Üçüncü Dünya’ya giriyor, oradaki hammaddeyi yağmaladıktan sonra geride kullanılmaz hâlde bir enkaz bırakıyor. Tanıdık geldi, değil mi?
Sistemin derdi makası açmak!..
Olay, yalnızca futbolun özgür kölelerinin emek piyasasındaki dolaşımını manipüle etmekle kalmıyor elbette. Futbolda biriken o büyük rantın dağılımı da tamamen büyüklerin lehine yapılandırılmış durumda. Yerel liglerden, Şampiyonlar Ligi gibi büyük organizasyonlara kadar hemen hemen bütün futbol turnuvalarında gelir dağılımı başarıya göre biçimlendiriliyor. Örneğin Şampiyonlar Ligi’nde zafere ulaşan takım 50 milyon avro civarı bir gelir elde ederken, gruplarda elenen mütevazi bir takım 8-9 milyon avroda kalıyor. Üstelik bütün mevzu başarı da değil, mesela ilk turda elenen İngiliz Liverpool 30 milyon avroya yakın alırken, Fransız Lyon aynı gelire ulaşmak için yarı finale kadar ulaşmak zorunda. Dahası bu tüm Avrupa çapında yalnızca gruplara kalan 32 takımın yararlanabildiği bir gelir kaynağı. Liglerde de durum farklı değil. Lig şampiyonu olmak, yayın gelirlerinden aslan payını almak demek. Bizim ülkemizde yayın gelirlerinin belli bir kısmı tüm takımlara dağıtılırken, gelirin yarısına yakını performansa göre dağıtılıyor. Eğer daha önce şampiyon olmuşsanız ekstra bir pay daha alıyorsunuz. Üstelik lig şampiyonluğu, Şampiyonlar Ligi’ne doğrudan katılım getirdiğinden yukarıdaki bahsedilen para da garanti oluyor. Yani sistem öyle bir şekilde çalışıyor ki, ligde şampiyon olmak hemen hemen her şey demek. Kendi ligini kazanırsan, ligdeki diğer takımların kazandığından çok daha fazlasını kazanıyorsun. O da yetmiyor, ligin eğer dünya çapında seyredilen bir ligse, diğer ülkelerin şampiyonlarından da fazla kazanıyorsun, hatta senden daha başarılı olsalar bile. Büyüğü sürekli daha da büyüten, küçüklerin önüne sürekli daha fazla engel çıkartan bir sistem bu. Bunun sonuçlarını da çok net görmek mümkün. Şampiyonlar Ligi’nde son sekize kalan takımlar ezici çoğunlukla büyük futbol ülkelerinin zengin takımları. Bunların arasında ancak Şahtar Donetsk ya da Rubin Kazan gibi futbol dışından şüpheli bir sermayenin aktığı takımlar girebiliyor. Sistem makası giderek açarken, büyük ülkelerin orta sıra takımları bile diğer ülkelerin şampiyonlarından daha avantajlı konuma geliyor.
Zenginlerin düzeninin etiği…
Aralarında bizim ülkemizde finans kurumlarında eşik bekçiliği yapanların da bulunduğu futbol kapitalizminin gönüllü sözcüleri, bu yukarıda anlattığım düzeni ?verimlilik?, ?markalaşmak? gibi süslü ama içi boş kavramlarla meşrulaştırmaya ve olumlamaya çalışıyorlar. Bu zümrenin kendi sınıflarının çıkarını futbol seven geniş halk kitlelerini manipüle ederek savunmaya çalışmasına şaşırmak manâsız, o yüzden mümkün olduğunca karşı çıkmak ve niyetlerini ifşa etmek gerekiyor. Her şeyden önce şunu ortaya koyarak başlamak gerekli; futbol kapitalizmi oyunun nihai amacını değiştirmeye çalışıyor. Futbol bir sosyalleşme ve sportif faaliyet aracından çıkarak, sonunda kimin daha zengin olacağının önemli olduğu bir yarışa dönüşüyor. Yani aslında şampiyonu ya da en başarılı takımı değil, en iştahlı kapitalisti belirliyoruz. İş buraya geldiğinde oyunun etiğini de kapitalizmin insafına teslim etmiş oluyoruz. Eğer futbolda en başarılı takım, en çok para kazanan takımsa ve bunun yolu illa ve illa şampiyonluktan geçiyorsa, burada şike olması değil, olmaması şaşırtıcı olur. Siz bir spor faaliyetinde temel amacı insanların iyi vakit geçirmesinden saptırıp, sürekli şişen bir rantın paylaşılmasına çevirirseniz eninde sonunda birileri bu çubuğu kendi tarafına bükmenin hilesini bulacaktır. Kaldı ki mesele yalnızca bu da değil; FIFA, UEFA ve ulusal federasyonlar şike, teşvik primi gibi yöntemleri yasaklarken adaletsiz gelir dağılımlarını norm hâline getiriyor, küçük takımlara ?ya büyümenin bir yolunu bul ya da yok olmaya hazır ol? diyor. Sistemden yükselen pis kokular gizlenemez hâle geldiğinde ise UEFA’nın geçtiğimiz yıl uygulamaya soktuğu Finansal Fair Play paketi gibi çürük kısımları kesip atan ancak o çürümüşlüğün köküne kesinlikle dokunmayan uygulamalar devreye giriyor. Mesela, sisteme kara para girişinin önünü kesmeye çalışıyor, ancak daha önce giren kara parayla palazlanan takımlara dokunmuyor, onların mevcut düzenlemelerin rüzgarıyla sürekli büyümelerine karışmıyor. Örneğin Romanya’da ligi beşinci bitiren bir takımın Avrupa Kupaları’na katılmasına karışabiliyor ama bir kara para aklama fabrikası olarak her sene yüz milyonlarca Paund’u havuza döken Chelsea’ye asla dokunmuyor. Çünkü o havuzun şişmesi futbolun küresel yöneticilerinin de çıkarına, çeşmenin başını tutanlar olarak ranttan paylarını fazlasıyla alabiliyorlar. Sözüm ona ?finansal etik? adına yaptıkları her şey, yalnızca yükselen futbolsever tepkisini yatıştırabilmek için.
Faturayı fakir taraftar ödesin!..
Futbolseverlerden bahsetmişken, biraz da taraftara çıkan faturaya değinelim. Daha fazla para kazanmanın tek başarı ölçütü olarak dayatıldığı bu futbol aleminde faturanın kallavilerinden biri de tabii ki taraftarın evine gidiyor. Oyunun icadından beri kitleselliğinin lokomotifi olan alt kesim futbol taraftarları, günümüzde futbol kulüplerinin ?verimliliğine? ket vuran öğeler olarak istenmiyorlar. Her futbol takımının stadyumuna maç başına alabileceği 5-50 bin arası bir seyirci topluluğu var diyelim, yani koltuklar sınırlı, genelde toplam taraftar sayısının küçük bir yüzdesini alabilecek kadar. Kapitalist kafasına göre, maksimum kâr elde etmek için yapması gereken iki şey var; birincisi koltukları tamamen doldurmak, ikincisi de o koltukları dolduranların harcayabileceği maksimum parayı harcamasını sağlamak, diğer bir deyişle koltukları yalnızca o parayı harcayabileceklere satmak. Bir kulüp bir maç biletini 20 lira yapıp, bir maça o parayı verebilecek 50 bin kişiyi de stada toplayabilir; ancak maç biletini 75 lira yaparsa stada gelecek daha zengin kitleye 10 liraya sosisli sandviç satması da mümkün olabilecektir. Futbol kapitalizminin sanatı, fiyatları hem parayı denkleştirip maça gelmeye çalışan öğrenciyi, işçiyi stadyumdan uzak tutacak, hem de satın alma gücü daha yüksek kitleye maç bileti, sosisli, bir de orijinal forma alabileceği noktada tutmaktır. Bütün hesap, maçı bir stadyum dolusu satın alma gücü yüksek insana karşı oynatmak üzerine kuruludur. Futbol kapitalistleri buna ?verimlilik? derler. Biz buna ?o kulübü gönülden seven taraftarı sokağa atmak? diyoruz. İş tabii bununla da bitmiyor, bir de TV yayınları var. Stadyuma gelemeyecek durumdaki taraftar, maçı televizyondan izleyecekse yine aylık gelirinin hatırı sayılır bir kısmını buna ayırmak durumunda. Yani maçı evden izlemek de zengin işi. Bunun böyle olmasında yine yukarıdaki mantık geçerli. Maçı evden izleyecek insan, hem yayıncı kuruluşun kulüplere ödediği parayı finanse edebilmeli, hem de mümkünse sinema paketine, HD yayınlara da üye olabilmeli. Yalnızca maçı izleyip o kutuyu kapatacak, sezon bitimi de iade edecek abonenin o yayıncıya bir faydası yok.
Görüldüğü gibi futbolun sorunu şike değil, şike futbol düzeninin çürümüşlüğünün bir sonucu. Bahis şirketlerinin, yayıncı kuruluşların, küresel sponsorların, şirketleşmiş kulüplerin, tek derdi bala değmiş parmaklarını yalamak olan küresel ve ulusal yönetim organlarının kontrolündeki futbol ?sektörü?, milyonların sevdiği oyunda paranın saltanatını ilân etmiş durumda. Futbol her ne kadar dünyanın en kitlesel oyunu gibi de gözükse, aslında kontrolü bir avuç sermayedarın elinde ve oyunun nasıl oynanacağını da ?futbol oligarşisi? diyebileceğimiz bu kitle belirliyor. Dolayısıyla bu düzendeki hiçbir adaletsizliğe çok da şaşırmamak lazım.
Ne yapmalı?
Peki futbolu bu tahakkümden kurtarmak mümkün mü? Aslında mümkün, ancak zorlu bir yolu kat etmek gerekiyor. Her şeyden önce mevcut düzenin adaletsizliğinin, kirliliğinin geniş kitlelerce kabulünü sağlamak ve bu düzene karşı örgütlü mücadelenin yollarını aramak gerekiyor. Futbol kapitalizminin kurbanlarının kendi çıkarını savunması ve çıkarına aykırı olanı reddetmeyi öğrenmesi gerekiyor. Bu çok kolay değil. Çünkü karşısında bizzat kendi destekledikleri kulüplerin yönetimleri, ulusal-küresel organizasyonlar, burjuvazinin büyüleyici parlaklığı ve bu parlaklığın gönüllü peygamberleri var. Bir taraftarın bunlara karşı koyması çok kolay değil, hele ki kendisini aptallaştıran, uyuşturan kulüp milliyetçiliğinin etkisindeyken. Dolayısıyla taraftarlardan bir günde bu düzeni reddedip kendi kurduğu ve/veya yönettiği kulüplerle yeni bir futbol dünyasına sıfırdan başlamasını beklemek hayalcilik olur. Ancak yine de bu hayali kurmak ve bunun için çalışmak lazım. Çünkü futbol, son kertede milyonlarca ezilenin teselli bulduğu bir güzellik ve bir avuç kapitalistin insafına bırakılamayacak kadar önemli bir mücadele alanı.
Ellerine saglik, bu kadar guzel ozetlenebilirdi, konuyla ilgili biraz teorik alinti da sikistirsan tam bir akademik makale olur…
Tek hata, CSKA yerine Rubin Kazan yazmak olmus 😀
Selam Dağhan,
Öncelikle eline sağlık. Zaman ayırıp yazmışsın. Fakat söylediklerinin önemli bir bölümüne katılmıyorum.
“Olan saçmalıkların tamamından kapitalizm sorumludur” demek bana kolaycılığıa kaçmak ve akdeniz havzası insanının sıklıkla düştüğü bahane bulma hatasına düşmek gibi geliyor.
Öncelikle yaşadığımız zaman ve bulunduğumuz duruma bakalım. Profesyonel olarak nitelendirilebilecek spor karşılaşmalarını izlemek isteyen ve bunun için parasal karşılık vermeye hevesli bir kitle olmasaydı kimse para verip 22 adamın bir topun peşinde koşturmasını izlemezdi. Başlangıçta da böyleydi bu durum bugün de böyle. Eğer izlemek istemezsen izlemezsin. Izlemek istiyosun ama para vermek istemiyorsun. Bu ikisi arasında yapacağın tercih sana kalmış. Eğlence almak için para vermeyi kabul etmek kişinin kendisinin yapacağı bir tercih.
“Bu tür karşılaşmalar bedavaya halka sunulmalı” diyorsan, bu da başka sonuçlar doğurur. Şehir halkını eğlendirme, günlük yaşamın sıkıntılarından uzaklaştırma ve bir bakıma uyutma amaçlı spor karşılaşmaları şehir yaşamına geçmiş bütün kültürlerde eskiden beri var olan etkinlikler. O zamanlar düzenlenen bu etkinlikler bildiğim kadarıyla bedava ve halkın köle olmayan (zaman zaman da kadın olmayan) kısmına açık etkinliklerdi. Etkinlikleri düzenleyenler izleyenlerden para yerine itaat ve sessizlik bekleyerek bunları düzenlediler. Yani o zaman da gerçekleşen bir alış ve bir veriş vardı. Ayrıca bu etkinlikleri düzenleyenler, çoğunlukla hükümet yöneticileri ve halkın sevgisini değilse bile desteğini arayan tüccarlardı. Hükümetlerin düzenlediği bu etkinliklere katılım bedava ve herkese açık olsa bile, bu etkinliklerin masraflarını karşılamak için hükümet kendi cebinden para koyuyordu. Hükümetin gelir kaynağını halk ve vergi verenler oluşturduğu için yine eğlence karşılığı para verilmiş oluyordu. Sonuç olarak bu oyunlar ezelden beridir var ve izleyenler bunun için dolaylı ya da doğrudan bedel ödüyorlar. Bu bir.
Bununla bağlantılı ikinci nokta ise talep edilen bu eğlenceye karşılık alınan parayla neler yapıldığı. Eğer bugün üretilen eğlence ve yan ürün ve hizmetlerine karşılık alınan paralar olmasa idi profesyonel futbol okulları (laboratuar da diyebiliriz bunlara) ve bunların sonucu “üretilen” messi, cristiano ronaldo gibi hemen hemen her futbol izleyicisinin ayıla bayıla izlediği, adeta insan üstü oyuncular ortaya pek çıkmazdı. Çıksaydı bile nadir olurdu ve onların oynadığı karşılaşmaları yayımlayan herhangi bir basın ya da eğlence kuruluşu da olmadığı için senin benim haberimi olmazdı bunların varlığından ve yaptıklarından. Dolayısıyla büyük liglerde, hayranlıkla ve zevkle izledğimiz oyun ve oyuncular önemli oranda suçu üzerine attığımız sistemin bir sonucu.
Çok kısa toparlamam gerekirse ezelden beri bu işler öyle ya da böyle parayla dönüyor. Bundan sonra da böyle devam edecek.
Benim gözüme batan sorun var olan düzendeki eksiklikler ve düzenin başındakiler ile niyetleri. Eğer futbol’da şike kapitalizmin sonucu ise bu tür sorunlar kapitalizmin evi A.B.D. niye baş ağrıtmıyor? Eğer sorun kapitalizm ise coğrafi farklılıkların alınan sonuçta etkin olması gerekir. Avrupa’da büyük (Italya) ve küçük (Türkiye, Finlandiya) futbol liglerinde tektonik sarsıntılar meydana getiren şike skandalları sıklıkla gerçekleşirken okyanusun bu tarafında neden böyle şeyler olmuyor. Benim düşüncem kapitalizmin spordaki ortaya koyduğu mesajın bir kısmının okyanus ötesi ileişimde kaybolduğu ya da yanlış anlaşıldığı yönünde. A.B.D.’deki düzen bir miktar farklı. Avrupa’daki sorunların önemli bir bölümü de bu farklılıklardan kaynaklanıyor. Yüksek olasılık senin bilgin vardır bu konuda. Ben internettin çeşitli yerleriden bu sayfaya ulaşmış kişiler için çok kısa açıklamaya çalışayım.
A.B.D.’de amerikan futbolu olsun, basketbol olsun, beyzbol olsun “profesyonel” olarak yani hayatını oynadığı spordan kazanan herkes çocukluğudan itibaren öğrenim gördüğü eğitim kurumunda, tıpkı avrupa’daki futbol kulüplerinin yetiştirme okullarında olduğu gibi, söz konusu sporun da öğrenimini görerek yetişiyor. Söz gelimi çocuk ilk okuldan itibaren amerikan futbolu oynamaya başlıyor, lise’de devam ediyor. Yeterince başarılı ise üniversite’de bedava eğitim karşılığında oynamaya devam ediyor. Üniversite öğrenimi sonunda (bazen üniversiteyi tamamlamadan) profesyonel spor kulüplerinin elemelerine (draft) katılıp oynadığı oyunu meslek haline getiriyor. Parasını buradan kazanıyor. Bütün bunlar da parayla oluyor. Ortaöğrenim seviyesinde karşılaşmaların bir bölümü para karşılığı bu karşılaşmaları izlemek isteyen öğrenci velileri, bazen yalnızca karşılaşmaları izlemek isteyen spor severler, bazen de bir üst seviyedeki okul ya da profesyonel kulüp araştırmacılıarınca izleniyor. Çoğunlukla bu karşılaşmalar yerel basında ve televizyonda yer buluyor ya da yayınlanıyor. Okul bilet ve yayın hakkı satarak para kazanıyor. Okul kazandığı para ile daha kaliteli spor sahaları ve başka eğitim olanakları sağlıyor. Öğrenci bedavaya eğitim görüyor (bedava-paralı eğitim konusu başka bir tartışmaya layık. Hiç girmiyorum oralara. Burada para karşılığı eğitim düzeninin var olduğu bir ülkede ortalama bir öğrencisinin oyun oynayarak ne elde ettiğini anlatıyorum yalnızca) Bu ortamı hazırlamak için okul ve basın insan çalıştırıyor. Yani bir kazan-kazan-kazan durumu söz konusu. Hatırlatmak isterim, kimse zorla satmıyor biletleri. Ya da kimse zorla izletmiyor bu karşılaşmaları. Sonuçta ilköğretim seviyesinden profesyonel seviyeye kadar bu düzen geçerli.
Profesyonel seviyeki fark nedir? Burada bu spor karşılaşmalarını düzenleyenler federasyon değiller. En önemli fark burada. Bu karşılaşmaları düzenleyenler de birer şirketler. Katma değer ve kar üretmek zorundalar. Bu karşılaşmaları düzenleyen yapıların “yöneticileri” ülkede geçerli olan yasalara uygun oldukları sürece de kendi yönetim kurulları ve varsa hissedarlar dışında kimseye hesap vermek zorunda değiller. Başa popüler halk oyu ya da oyunlara katılan kılüplerin rızaları ile gelmiyorlar. Tekrar ediyorum amaçları kar ve katma değer üretmek. Bunun olması için oyunların izlenmesi gerekiyor. Oyunların izlenmesi de işin içinde heyecan, ortalama insan üstü hareketler ve sonucun bilinemez olması gerekiyor. Hemen her spor alanında öne çıkan kulüpler bulunmasına karşın bunların her yıl şampiyon olup olamayacağını ya da bir sonraki karşılaşmayı kazanıp kazanamayacağını garanti edemiyorsun. Bu oyuncu elemeleri/seçmeleri (draft) düzeni ve maaş tavanı (salary cap) düzeninin bir sonucu. Yani birkaç yılda bir hemen her kulübün kadrosu neredeyse tamamen değişiyor. 90’lı yıllarda altın bir nesil yakalayan Chicago Bulls sonraki on yıl ister istemez sürünebiliyor. Bu da değişim, sonucun kestirilemesini, heyecanı ve izleme merakını yanında getiriyor. Yani beş yıl sonra ya da 10 yıl sonra hangi dört takımın şampiyon adayı olabileceğini kestirmek mümkün değil. Ayrıca bir kulüp parasal olarak ne kadar güçlü olursa olsun belli bir sezonda oyuncularının tamamına dağıtabileceği toplam para miktarı belli. Çok nadir istisnalar dışında bu miktarın üzerine çıkamıyorsun. Yani kulüpler Real Madrid gibi ya da Fenerbahçe gibi ya da Chelsea gibi havaya para saçamıyorlar. Bu da kadroların dengeli lig genelinde nispeten dengeli olmasını sağlıyor. Bu iki unsur lig genelinde en başarılı takımla en başarısız ya da mali olarak en güçlü ile en güçsüz arasındaki uçurumun açılmasını engelliyor.
Üçüncü etken denetim. Bu tarafta yönetici seviyesindeki adaletli yönetim ve dengeyi gözetmek zorundalar. Amerikalılar Avrupalılar’dan daha namuslu oldukları için mi? Tabiki hayır. Ne kadar namussuz olabileceklerini en son 2008’deki ekonomik krizde hep birlikte gördük. Bu, yine bu karşılaşmaları düzenleyenlerin federasyon değil şirket olmaları ile ilgili. Karşılaşmaları düzenleyenler bu işi kar etmek için yapıyorlar. Kulüpler de bu şirketin kurallarına uygun olarak bu işlere para kazanmak için giriyorlar. Yani kulüpler oyunları düzenleyen şirketin son sözüne uymak zorundalar ve hoşlarına gitmeyen kararlar verse bile şirketin kararlarına uyuyorlar. Ayrıca ellerinde “bir dahaki seçimde görüşürüz” demek gibi bir seçenekleri yok. Sonuçta şirket yöneticilerini onlar belirlemiyorlar. Şirketin kararlarını beğenmiyorlarsa etkinliğe katılmayabilirler. Bu da onların bileceği bir konu. O durumda da var oluş amaçları olan kar etme amacından vazgeçmiş olurlar. Bu nedenle kimse yapmıyor böyle bir şey. Kulüpleri böyle davranırken oyunları düzenleyen şirketin yöneticileri nasıl davranıyorlar? Onlar da aldıkları kararlarda hem oyunları düzenleyen şirketin hem de oyunlara katılan kulüplerin çıkarlarını gözetmek zorundalar. Örneğin fanatik Chicago Bulls taraftarı bir kişi profesyonel basketbol ligi NBA başına gelse ve Bulls lehine, çifte standart oluşturacak bir karar verse bulunduğu işi/pozisyonu koruyamaz bir. Ikincisi diğer kulüpler konuyu mahkemeye götürür verilen kararın geri alınmasını sağlayabilirler. Buna rağmen böyle olaylar olmuyor. Neden? Belli bir ya da birkaç kulübü sürekli baskın kılacak kararlar adaletli yönetimi, rekabeti dolayısıyla heyecanı ve izleyici sayısı dolayısıyla da elde edilecek gelirleri sekteye uğratır onun için. “Ben New York ile Los Angeles kulülerini destekleyeyim de Indianalılar, Minnesotalılar ne bok yerse yesin” diye bir şey düşünemez bile adam. Böyle bir şey kar etmek, para kazanmak için bir araya gelen herkesin zararına. Dolayısıyla “profesyonel” seviyede bu tür olaylar neredeyse yok. Üniversite seviyesinde (NCAA) son zamanlarda artarak meydana gelen usülsüzlük olayları var mı? Var. O da kendi içindeki sistemden kaynaklanan bir sorun ve başka bir tartışmanın konusu. Yine de o alandaki suçlar da cezasız kalmıyorlar pek. Bütün bu katma değer üretme sürecinin devam etmesi için bu hizmeti tüketenlerin güveninin sağlanması ve korunması gerekiyor. Marka değeri değiğin şey de bu zaten. Izleyen adam desteklediği takımın şampiyon olması için eşit ve adaletli koşullarda yarışmayacağını bilse niye izlesin? Saf mı?
Yine toparlamak gerekir diye düşünüyorum. A.B.D.’de düzen katma değer yaratarak kar etmek fikri üzerine kurulmuş. Bu sürecin sonunda katılımcıların tamamı bir yarar elde ediyor. Bu düzenin korunması içinde motive ve çalışan bir denetim mekanizması var.
Avrupa’da işler farklı. Türkiye’den olduğumuz için aşina sayılırız. O yüzden ayrıntısıyla anlatmadan geçiyorum. Genelde Avrupa’da, özelde Türkiye’de büyük ile küçüğün arasındaki farkın ve adaletsizliğin giderek açılmasının nedeni, tartışmalı konular ve yapılacak değişiklerle ilgili son sözü söyleyenin belirlenmesinde katılımcı kulüplerin ve ülkelerin söz sahibi olması. Ingiltere ligi dördüncüsünün “Şampiyonlar” ligi’nde ne işi var yoksa? Bu son kararı veren makamın kararı verenden çok alınan kararı uygulatan bir makama dönüşmesine yol açıyor. UEFA korkuyor adaleti sağlayacak kararları almaktan. Büyük ülkelerin e/veya büyük kulüplerin hoşuna gitmeyecek kararlar ve değişiklikler yapamıyor. Bu konudaki inisiyatifi de Avrupa’nın en büyük 14 kulübü şampiyonlar ligi yerine kendi turnuvalarını düzenlemekle tehdit edince kuyruğunu kıstırıverdi bacaklarının arasına. Hani bir dönem basınımızda Galatasaray da katılacak diye yazılıp çizilen. “Tamam, tamam” dedi UEFA. “Sizi de alacağım şampiyonlar ligi gelir pastasından nemalananlar arasına”. Benzer bir olay 80’lerin ortasında A.B.D.’de meydana gelmiş. Oyuncuların ve kulüplerin bir kısmı amerikan profesyonel futbol ligi kararlarını beğenmeyince gidip kendi liglerini, kurmuşlar. Kendilerine yayıncı da bulmuşlar. (Ted Turner, CNN’in sahibi yayınlamış maçlatı TNT’de) Kimse izlemeyince tıpış tıpış dönmüşler NFL’e. Marka değeri burada öne çıkmış işte. Tarafta itibar etmemiş adaleti kendi lehine bozmaya kalkanlara. UEFA’nın da yapması gereken buydu. Avrupa futbolunun para babaları blöf yaptığında blöfü görmesi gerekiyordu. UEFA’nın götü yemeyince şu an bulunduğumuz yere geldik.
Sorunun bir kısmı yine Avrupa-Amerika farkından kaynaklanıyor. Kulüplerin Amerika ile Avrupa’daki gelir kaynaklarının çeşitleri farklı. Avrupa’da kulüp gelirlerinin çoğu televizyon yayınıyla elde edilen gelirler ve katılınılan turnuvada elde edilen başarı seviyesine bağlı. Tamam Amerika’da televizyon gelirleri önemli ve çoğunluk. Ama Avrupa’da, özellikle Türkiye’de kulüpler tv gelirleri ile yaşıyorlar. Merchandise (t-shirt, forma) sat(a)mıyorlar, stadyum içi reklam ve promosyon sat(a)mıyorlar, bilet sat(a)mıyor. Böyle olunca ne pahasına olursa olsun başarılı olmak, sonuç elde etmek, üst sıralarda yer bulmak amaç haline geliyor. Çünkü paranı böyle kazanıyorsun. Daha üst sıralar, daha çok izleyi demek. Daha çok izleyici daha çok televizyon geliri demek. Daha üst sıralar, federasyon(lar)dan daha çok ödül, daha çok para demek. A.B.D.’de oyunları düzenleyen kuruluşlar turnuvalarda başarı elde eden kulüplere para vermiyorlar. Her kulüp kendi gelirini üretmek zorunda. Bu kuruluşlar kulüpler adına yayıncılar ile pazarlık ediyorlar. Pazarlık sonucunda da hemen hemen her kulüp, sezonu nerede bitirirse bitirsin aşağı yukarı aynı parayı alıyor. Kulüpler “ne olursa olsun” başarı peşinde peşinde koşunca da federasyon üzerinde de hakemler üzerinde de baskı kurabiliyorlar. Üretimi denetleyen herhangi bir başka yapı da olmayınca şike de olur tarhana çorbası da.
Yani, Avrupa genelinde gelir elde edilen sonuca bağlı. Kural koyucu, uygulayıcı ve denetleyici merci yönetilenlerin rızasına bağlı. Bu nedenle sağlıklı çalışmıyor. Düzgün denetim yok. Bunlar bir araya gelince şike ve birçok başka sorun ortaya çıkıyor.
Doğrudan şike ile ilgili olmasa da Türk spor kulüplerindeki sorunların önemli bir bölümü şike sorunu ile akraba. Avrupa’nın genelinde olduğu gibi Türkiye’de de bu “sektör”ün içindekiler bunun bir sanayi kolu olduğunun farkında değiller. Farkındalarsa bile buna uygun davranmıyorlar. Birçok sanayi kolu gibi bu kadar paranın döndüğü bir alanda bir tür denetim yapısına ihtiyaç var. Örneğin bankacılık sektörünü TMSF denetliyor. Niye? 2001’de başımıza gelenler bir daha başımıza gelmesin diye. Bankalar kurallara ve varoluş amaçlarına uygun çalışsın diye. Bu kadar paranın döndüğü, bu kadar kişiye iş sağlayan bir alan çökmesin, kendisiyle birlikte ülkeyi de çökertmesin diye. Futbol da bir sanayi alanı. Bu kadar kişi çalışırken, ortada bu kadar para dönerken bütün düzenin hala köy takımı ve köy takımları arasındaki amatör spor karşılaşmaları seviyesinde yönetilmesi sakıncalı. Bugün şike skandalı da dahil, yaşanılan sancılar, bu işin bir ucunda olan kimsenin uğraştıkları şeyin ne olduğunun farkında olmaması. Kulüplerimiz hala “biz şirketiz. hisselerimiz borsa’da işlem görüyor. Şu kadar bütçemiz var” diye böbürleniyorlar ama ortalama bir köy takımından pek farkları yok temelde. Birincisi kulüpler işletme değiller. Işletme olmadıkları için diledikleri gibi borç harç altına girebiliyorlar. UEFA güya kulüp harcamalarını dizginlemeyen kulüpleri uluslararası turnuvalara almayacaktı. Yerel federasyonlarda bu uygulamayı denetleyecekti. Ne oldu? Bizim oralarda herşey eski tas eski hamam.
Türk spor idarecilerin işi kulüp idareciliği değil. Bunlar hayatta gerçekten başarılı iş adamları olabiliyorlar ama spor idareciliği başka bir iş. “Ben başarılı bir şarap üreticisiyim. Şarap üzümden yapılıyor. O zaman başarılı bir pekmez üreticisi de olabilirim” deyince olunmuyor. Şarapla pekmezin tüketicisi de farklı üretim süreci de. Kulüp yöneticileri ne işle iştigal ettiklerini bilmeyip önlerine sınırsız para harcama olanağı da konunca saçma sapan işler oluyor. Fenerbahçe kulübü zengin Rus oligarklara ait Rus kulüplerini dışarıda bırakırsak doğu Avrupa’nın en “pahalı” futbol takımlarından birine sahip. Uluslararası arena’ya çıkınca nal topluyor ama. Neden? Idarecilerinin spor kulübü idare etmeyi bilmemesi yüzünden. Kulüplerin birer işletme olmaması yüzünden.
Kulüpler işletme olmadıkları için hissedar ya da yönetim kurulu gibi davranıp hesap sorabilecek pek kimse yok. Kulüplerin harcamaları üzerine ulusal düzeyde denetleyici zaten yok. Kulüplerin kongre üyelerinin seçim zamanı dışında kendi işleri olduğu için bu işlerle zaten ilgilendikleri yok. Böyle olunca zengin para babaları, Rodrigo Tabata’ya 8 milyon euro verip, Beşiktaş kulübü’nü kendilerine borçlandırabiliyorlar. “Git artık bu kulübün başından” denilecek olsa “Kulübün bana bu kadar borcu var. Ben gidersem kulüp hacze girer” demekten çekinmeyecek kadar da ahlaksızlar. Işler buraya gelene kadar kimse dur demiyor adama. O da aslında ona kendi işinde yardımcı olacak reklamını yapıyor. Sormak isterim kaç kişi biliyordu Aziz Yıldırımı ya da Yıldırım Demiröreni başkan olmadan önce?
Oyuncular yaptıklarının iş olduğundan ve bu iş sayesinde faturalarını ödeyebildiklerinin ya farkında değiller ya da umursamıyorlar. Işlerine gelince “ben profesyonel futbolcuyum. Isteğim takımda oynarım” demesini bilmiyorlar ama “profesyonel” sözcüğün ne anlama geldiğinden bihaberler. Ben kulüp olarak futbolcuya, vücudunun fiziksel bütünlüğü ve performansı ile yakından ilgili bir meslek için tonla para veriyorsam, o futbolcu ramazan ayı futbol sezonuna geliyorsa oruç tutamaz kardeşim. Iş ahlakı bunu gerektirir. Futbolculuk senin işinse, bu işin gereğini yerine getireceksin. Nasıl Dağhan kör kütük sarhoş maç sunamazsa, böyle birşey yüksek olasılık iş yeri kurallarına aykırı olduğu gibi hem iş verene hem de izleyiciye/dinlyiciye saygısızlıksa, futbolcu da ramazan ayı futbol sezona denk geliyorsa oruç tutamaz. Bu bir kere uymaya çalıştığı dinin kurallarına göre işten kaytarmak, aldığını paranın karşılığını vermemek yani haram yemektir. Bu sadece bir örnek ama Türkiye’deki profesyonel sporcunun kafasını açıklıyor.
Örnekler daha da arttırılabilir. Yukarı da saydıklarım bile Türkiye’de çok az kişinin futbolun sanayi haline geldiğinin farkında olmadığına yeterince işaret ediyor diye düşünüyorum.
Bütün bunlar bir araya getirilince şikenin neden gerçekleştiği bir nebze anlaşılabiliyor. Dolayısıyla yalnızca “Şike, futbol kapitalizminin doğal sonucudur” eksik bir sonuç oluyor. Neden bu kadarla kalmadığını yukarıda ayrıntısıyla anlatmaya çalıştım.
Tekrardan eline sağlık Dağhan.
Görüşmek üzere