İçimde biriken her şey öylesine gururla susuyor ki, kendime yaptığım hiçbir işkence onları konuşturmayı başaramıyor.
Şöyle düşün, çok önemli bir şey buluyorsun, mesela çocuksun ve pasparlak, yemyeşil, pürüzsüz, gıcır gıcır bir şişe şişe kapağı buluyorsun. Herkesten ve her şeyden saklıyorsun onu, bırak yangında ilk kurtarılacak olmayı, yangının varlığından bile haberdar olamayacağı kadar iyi saklanmayı hak eden bir şey. Günlerce onu nasıl saklayacağını düşünerek geziyorsun, kısa pantolonunun cebinde elin ve küçük avucunun içinde şişe kapağı. Yine de günde on kez avucunun içinde mi diye kontrol etme ihtiyacı duyuyorsun, hatta bazen yok yere panikliyorsun kaybettim diye, orada olduğunu adın gibi bilmene rağmen, panikten adını unutuyorsun resmen. Ve sonra onu saklayacak nefis bir yer buluyorsun, kimse bulamaz diye düşünüyorsun, hin, güvenli ve ancak huzura ermiş birinin takınabileceği bir gülücük yerleşiyor yüzüne. Artık elinin ceplerinde olmasına gerek de yok, çünkü kapağı saklamışsın o nefis yere, oraya. Nereye? İşte bir şeyi çok iyi saklamanın ulaşabileceği doruk noktasından yuvarlandığın an. Unutuyorsun nereye sakladığını. Kendini bir dolaba kilitleyip anahtarı yutmuşçasına boğuluyorsun ve istediğin tek şey içinde kalan herşeyi acilen, olabilecek en doğrudan tahliye kanallarından çıkarmak oluyor.
İçimdeki herşeyi çok iyi sakladığımdan emin olarak kaybettim ben. Koca bir boşluğun içine itilmiş sihirbaz yaveri bir tavşan, şapkanın içinde nereye giriyorsa benim içimdekiler de orada. Artık benimle konuşmuyorlar, bir şeye ihtiyaçları olursa tavşandan istiyorlar, genelde havuca fit oluyorlar. Yine de benimle konuşmuyorlar, hem havuç gözlere iyi geliyor, karanlıktan çıkınca harika görecekler ve gözleri parlayacak.
Onları kaybetmiş olmam, ya da kendim dahi bulamayacak kadar iyi saklamış olmam, kimi sorunlar getiriyor beraberinde. Onlara ihtiyacım olduğunda yerine koyacak bir şeyim, örneğin bir necefli maşrapam yok. Koca bir boşluk kaplıyor ortalığı ve ben koyacak bir necefli maşrapası bile olmayan canlı yayın yönetmeninin çaresizliği içinde kendi canımı yönetememenin krizini yaşıyorum. İhtiyacım olan şeylerin yerine koyacak alternatifim olmadığı gibi, iyi kötü idare edebilecek şeyleri de bünye kabul etmiyor. Tavşan? Bak, etmedi.
Ağzımdan kelimeler döküldüğünde içimde dönüp duranları o kadar iyi sakladım ki bulamıyorum. Sabahları beni uykumdan zıplatan heyecanımın, ağzımdan alevler çıkartırcasına kelimelere vurduğum ve hiç tükenmeyeceğini sandığım isteklerimin yerine koyacak hiç bir şeyim yok. Buz gibi bir günde sokağın ortasında donma pahasına gözlerinin bir çift dudağı yakalaması ve bırakmaması, kendine çekmesi, sonra gözlerinin bir anda o dudakları kaybederken başka bir sıcaklığı hissetmeye başlaman, gerçeküstünün muzip zaferinin ağzının içini kaplaması, tuhaf bir sarhoşluk ve hiç bitmemesi için yalvarırken kahkahalar atmak istemek. Üzerine karlar yağarken aşık olmak ve başka biri tarafından fethedilmek. Anlatırken bile başka birinin hikayesini okuyormuşçasına uzak geliyor bana, çekiniyorum.
Ağzımdan çıkan kelimelere inanamadığım gibi ağzımdan çıkamayanları da bulamıyorum. Nefes almak kadar doğal olan herşeyden utanıyorum. Sanki ortaokulda kimseyi ve hiçbir şeyi asla unutmayan tarih öğretmenim, herşeyi ışık hızıyla mahalleye yayan yan komşum ya da on dört yaşında sabah akşam düşünü kurduğum üst sınıftaki kız, hatta daha iyisi üçü birden, beni sokağın ortasında çırılçıplak yakalamışlar. Örtünecek herşeyimi çok iyi saklamışım, yalnızca utanabiliyorum. Önemli olan ve beni utandıran herşeyimi görmeleri değil, artık görülecek hiçbir şeyin olmaması. Herşeyimi saklamışım, boşluğumu göstermekten utanıyorum.
Bazen, bunun gibi gecelerde, tekrar isyan edebileyim, tekrar gözlerim dolsun, tekrar onu öpebileceğime inanabileyim diye (öpebileyim bile demiyorum) kendimle konuşuyorum. İçimde biriken herşey öylesine gururla susuyor ki, kendi kendime yaptığım hiç bir işkence bile onları konuşturmayı başaramıyor.
İlk Yorumu Siz Yapın