Bir Olimpiyat’ın kahramanı genelde o Olimpiyat’ın genel havasını da belirler. Kimi zaman sürprizler oyunlara damgasını vurur, kimi zaman protest kimliği olanlar, kimi zaman da ?biyonik adam?lar öne çıkar. Örneğin Berlin, Almanlar’ın bütün çabasına rağmen Jesse Owens’la anılır. Sydney, Cathy Freeman ve aborjinlerin Olimpiyat’ıdır. 2008 ise kuşkusuz Michael Phelps’in kimliğiyle anılacak.
Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) ve Çin Halk Cumhuriyeti (ki bunlara Çin’le üretim/tüketim bazlı ilişkisi olan çokuluslu sponsorları da ekleyelim) bu oyunları düzenlerken temel amaç olarak ?protestosuz?oyunlar hedeflemişti. Özellikle ÇHC için bu oyunlar büyük riskti, çünkü başta Uluslararası Af Örgütü olmak üzere belli başlı insan hakları savunucularının Olimpiyat zamanı ülkedeki kirli çamaşırları dökeceği belliydi.
Nitekim, meşale dünyayı dolaşırken, hatta daha Olympia’da yakılırken protestolar başlamıştı. Bu protestoların ?görünür? olmaması için (İstanbul’da da yapıldığı gibi) meşale güzergahı gizli tutuldu, hatta San Francisco’da denizden götürüldü. Sonuçta kameralara ?temiz? insanların alkışladığı plastik bir meşale yolculuğu şöyle ya da böyle yansıtıldı. Oyunlarda ise bu kadar bile falsonun olmaması gerekiyordu. Bu arada IOC de Çin yönetiminin her türlü uygulamasına onayı vermekten çekinmiyordu. ÇHC’nin sansürlediği binlerce web sitesi için komite ?Bunlar zaten sporla ilgili siteler değil? yorumunu yapmış, yabancı medyanın baştaki celallenmesi yatıştırılmıştı.
Olimpiyat Oyunları belki 1936 Berlin’den beri ilk kez bu kadar saklayacak şeyi olan bir ülkede yapıldı. Tabii bunu söylerken çok batı merkezli bakmamak gerekiyor. Pek çok insanlık suçuna karışmış bir sürü Batı ülkesinde de oyunlar yapıldı, ancak onların Çin’den farkı kimsenin ayıplarını ortaya dökmeye pek niyetli olmamasıydı. Çin’de ise ciddi bir halkla ilişkiler çalışması yapılmazsa, Pekin’in ?Çin’i rezil etme oyunları?na dönüşmesi kaçınılmazdı. Çin, Nazi Almanyası gibi Olimpiyat’ı kendi lehine bir propaganda şovuna dönüştürmeye kalksaydı büyük ihtimalle fena hâlde çuvallayacaktı. Onun yerine özellikle Amerika’nın yıllardır başarıyla uyguladığı ve ülkemiz dahil her yere ihraç ettiği politikaya döndüler; sportif başarıyı ve mükemmelliği öne çıkaran, olabilecek en apolitik oyunları düzenlediler. Çizilen portre şuydu: ?Çin çok güzel bir ülke, tek problemi biraz hava kirliliği?. Bu yolda en büyük desteği de Batı’daki iş ortaklarından gördüler. Fransa’nın gönlü Sarkozy’nin Çin gezisi sırasında alındı; Britanya, sporcularına Çin’le ilgili siyasi yorum yapma yasağı koydu. Amerika’da ise NBA takımı Cleveland Cavaliers oyuncularından Ira Newble’ın Çin Hükümeti’ne yazdığı ve ülkeyi Darfur Soykırımı’nda dahli olduğu için kınayan mektubu yalnızca bir kişi imzalamadı; Amerika Millî Takımı’nın yıldızı Lebron James. Sponsoru Nike, James’e senede doksan milyon dolar veriyordu. Nike’ın ÇHC kaynaklı ticareti milyar dolarları buluyordu. Bu milyarlardan biri de Sudan yönetimine petrol karşılığı verilmişti. Piyasanın görünmez ellerinin teki basketbol topunu tutuyor, diğeri Darfurlular’ı boğazlıyordu.
Bu oyunları halkla ilişkilerde durumu düzeltme fırsatı olarak gören yalnızca Çin değildi. Amerika Birleşik Devletleri dış ilişkilerde tarihinin en başarısız dönemindeydi ve Cumhuriyetçiler koltuğu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydılar. George W. Bush’un Çin’e gitmesi ve olabildiğince doğru yerlerde, doğru biçimde görünmesi gerekiyordu. Özellikle yüzme yarışlarının yapıldığı Su Küpü’nde ne kadar görünürse o kadar iyiydi. Çünkü Amerikan bayrağını ve millî marşını başarıyla özdeşleştirecek adam oradaydı.
Michael Phelps, Olimpiyat’ta bütün bu saydığımız grupları çok memnun edecek bir performans gösterdi. Harika bir ?biyonik adam? portresi çiziyor, havuzda geçilmiyordu. Üstelik ?anlamadığı işlere? de pek bulaşmıyordu. Yediği devasa öğünlerden, Ipod’undaki müziğe kadar her şeyi konuşulan adamın tek politik açıklaması şuydu: ?Havuzda kafamı kaldırdım ve elinde bayrağıyla Başkan Bush’u gördüm. Bana başparmaklarını kaldırmıştı. Çok havalıydı?.
Michael Phelps, bu oyunlarda toplamda en çok altın madalya alan sporcu hâline geldi. Phelps dışında listede dokuz madalya kazanan iki Amerikalı daha var; Mark Spitz ve Carl Lewis. Bu isimlerin Olimpiyatlar’da ?biyonik adam? olarak öne çıktıkları dönemler oldukça ilginç. Mark Spitz’in kariyerindeki tüm başarılar Amerika’nın en eli kanlı başkanlarından Nixon’ın döneminde geldi. Carl Lewis’in biri hariç tüm şampiyonlukları ise Ronald Reagan ve George Bush’un Ortadoğu’yu kana buladığı dönemde gelmişti. Sporda ulaşılacak mükemmellikten başka hiçbir mesajı olmayan ?biyonik adam?lar nedense hep Cumhuriyetçiler’in dünyayı canından bezdirdiği dönemlerde çıkıyordu.
Bu oyunlarda Amerika hedefine ulaştı ve Michael Phelps pek çokları tarafından ?dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sporcusu? ilân edildi. Çin de buna çok itiraz etmeyecekti, çünkü oyunların yıldızının bir Jesse Owens ya da Muhammed Ali olmaması onların da işine geliyordu. Beijing 2008’in mesajı ?sporcular insanüstü varlıklardır, onlar insanların toplumsal meseleleriyle uğraşmazlar? oldu. Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin de baştan beri istediği buydu zaten, Çin yönetiminin her türlü politik salvosuna ?hay hay? diyen komite ?spora siyaset karıştırmamayı? başarmıştı.
Dünyada gerçekleşen idamların büyük çoğunluğunun yaşandığı ülkedeki Olimpiyat, ?tertemiz? atlatıldı. Çin’le ilgili her türlü soru işareti rekor bombardımanında kaynatıldı, bu arada protez bacaklı atlet Oscar Pistorius’a ?kendine avantaj sağlar? diye Olimpiyat yasağı koyanların, Speedo’nun köpekbalığı derisini modelleyen ve insanüstü hızları mümkün kılan mayolarına nasıl izin verdiği anlaşılamamıştı, ama olsun. Amerika da oyunlardan ne zamandır çekmediği o ajitatif spor filmlerinden birini çekecek kadar malzeme toplamıştı. Herkes mutluydu, spor kazanmıştı!
Phelps’in gerçekten ?tüm zamanların en büyük sporcusu? olup olmadığına gelince… Bir gün Çekoslovakya’da bir işçi zorla fabrikanın spor takımına alındı. Bir yarışta ikinci gelince daha fazla koşmak istedi. Markalı sponsor ayakkabılarıyla değil, fabrika botlarıyla antrenman yapıyordu. 1952’de Olimpiyat’ta 5000 metre ve on bin metre yarışlarını rekor kırarak kazandı. Son anda kaydolduğu maratonda da yine Olimpiyat rekoru kırdı. Bu maraton, hayatında koştuğu ilk maratondu. Ünlü bir sporcu olduktan sonra Çekoslovakya Komünist Partisi’ne kaydedildi. Demokrasi kanadında yer aldı ve Prag Baharı’nda aktif rol aldı. İsyan Sovyet tanklarınca bastırıldıktan sonra partideki tüm görevlerinden azledildi ve uranyum madenlerinde çalışmaya zorlandı. O Emil Zatopek’ti. Phelps ve Başkan Bush kadar ?havalı? değildi ama ölümünden seneler sonra bile hâlâ ilham vermeye devam ediyor.
Phelps’i gelmiş geçmiş tüm sporcuların tepesine koymadan önce insanlığa ne ilham verdiğini düşünmek gerekiyor. Sportif mükemmelliğin ve insanüstülüğün bize gerçekten ne kazandırıyor olduğundan emin olmak zor. Mükemmel ekipman, mükemmel çalışma yöntemleri ve uygun laboratuvar koşullarıyla Phelps’ten de ötesi çıktığında ne tepki vereceğimizi, ya da Phelps bir gün başarısız olursa elimizde ondan ne kalacağını bilemiyoruz.
Benim için bu oyunların en güzel anı Usain Bolt’un yüz metredeki finiş anıydı. Belki de yıllarca kırılamayacak bir rekoru, belki bir 9.50’yi kameralara Olimpiyat tarihinin en unutulmaz karelerinden birini vermek için feda etti. Jamaikalı sporcu ?tadını çıkarmayacaksanız bu işi yapmayın? diyordu. ?Tertemiz? rekorların belki de en ?plastik? olmayan anıydı.
spor-siyaset ilişkisine dair çok başarılı bir yazı, bir kez daha alkışlıyoruz efendim =)