Yanlış anlaşılmasın, yukarıdaki başlık ‘TİP ne yaptığını sanıyor?’ anlamında değil. Ne bu yazıda ne de başka bir yerde Türkiye İşçi Partisi’ne üstenci bir dille akıl öğretmeye niyetim var. Buna ne yoldaşlık hukuku ne de pek çok TİP üyesiyle kişisel hukukum el verir. Ben yine gördüğümü yazacağım, anlamak isteyen istediği gibi anlayacak muhtemelen ama niyetim kötü değil, yazıyı da kimseyi kırmadan, dökmeden yazmaya çalışacağım.
İlk paragraftan bu kadar dilimi ısırıyor olmam boşuna değil. Nedeni, ittifak ortakları HDP ile TİP arasındaki bol imalı gerginlik. Herkes çok gergin ve Türkiye’nin solunun genel alışkanlığı olduğu üzere alıngan. Herkes, herkesle küsmeye yer arıyor, benim de küsenim olacaktır illâ ki. Olsun, bir gün daha sakin bir zamanda tek tek konuşur, gönül alırız.
Şunu diyecekler olacaktır: “Bak bir önceki yazıda YSP’ye oy vereceğini söyledi, şimdi de TİP’e yüklenecek ki kararsızların aklını çelsin.” Okuyucu rahat olsun, hiç öyle bir niyetim yok, öyle gizli gündemleri başka köşelerde arayın, burada bulamazsınız. Vaktinde HDP’li arkadaşların da bana küsmüşlüğü çoktur, 2014 yerel seçimlerindeki stratejilerini eleştirdiğimde mesela. Maalesef bizim sol cenahta herkes hep haklı olduğu söylensin istiyor, söylenmeyince de bozuluyorlar. N’apalım?
Benim bu yarışta bir atım yok. Uzun süredir HDP ve öncüllerine oy kullandığım doğrudur ama parti üyesi değilim, sözcülüğünü de yapmak haddime değil. Ayrıca bu seçimde YSP’ye oy verecek olmam da, TİP’in doğrularını desteklemeyeceğim anlamına gelmez, destekliyorum da zaten. Dolayısıyla, tekrar ediyorum; kimse bu yazıda gizli gündem aramasın, alınganlık yapmasın. TİP’li arkadaşların okuyacakları, bir dostun ve destekçinin fikirleridir.
Ortalığı yeterince yatıştırdığımıza göre, asıl meseleye geçebiliriz.
Türkiye İşçi Partisi, Gezi sonrası yaşanan birtakım deneyimlerin ve görülen birtakım boşlukların sonucunda ortaya çıkmış bir yapı. Gezi bize açıkça gösterdi ki Türkiye’de kurumsal muhalefet ile toplumsal muhalefet arasında bir senkronizasyon problemi var. Kurumsal muhalefet, hesapçı, ortayolcu ve tabandaki demokratik talepleri kendi düzlemine taşımaktansa, sönümlendirmeye yarayan bir nevi tampon görevi görüyor. Bunun en temel nedeni, kurumsal muhalefetin neredeyse tüm yükünün sistem-içi ana akım partilere yüklenmiş olması. 12 Eylül’le baştan dizayn edilen kurumsal siyaset düzeninin temel düsturuydu bu zaten. Bütün mesele, 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlüklerden ve küresel ölçekte zamanın ruhundan beslenerek dört koldan hayat bulan sistem-dışı sol siyaseti dümdüz etmek, solu ana akım içerisinde sulandırıp bitirmekti. Bunu da büyük ölçüde başardılar, tâ ki Gezi’ye kadar. Gezi diyorsam, Gezi’ye gelen yolda atılan birçok adım var tabii, bir günde olmuş bir şey değil, 1990’lardan itibaren büyük emeklerle var edilen hak arama mücadelelerinin şahikasına erdiği yer yalnızca Gezi, başladığı yer değil.
Hep söylüyorum, Gezi’den sonra bütün hâkim paradigma sallanmaya başladı. İktidar buna zaten uyum sağlayamazdı, alttan gelen talepleri giderek faşizanlaşarak ve o nefret ettiği ‘Eski Türkiye’nin ‘derin’leriyle anlaşarak göğüslemeye çalıştı, çalışıyor. Ancak ana akım muhalefetin de değişimle çok kolay baş edebildiğini söylemek mümkün değil. Gezi sırasında ve sonrasında kurumsal muhalefetin, özellikle de CHP’nin toplumsal taleplerin hemen hep gerisinde kalması bunun göstergesi. 2019 İstanbul seçimleri ve şu anki Kılıçdaroğlu kampanyası ise en azından retorik düzeyde meseleyi kavramış vaziyette ama bu sefer de AKP’den ve MHP’den kopma sağcılarla girilen mecburi ortaklık yüzünden çıkan arızalar var.
Sözün özü, Gezi’nin sistem içinde tam bir karşılığı yok. Olması da çok kolay değil, zira Gezi, ilk defa Kemalizm-İslamcılık ikiliğinin dışına çıkıp yeni bir demokrasi talebinde bulundu. Gezi, ne ‘Eski Türkiye’ idi, ne ‘Yeni Türkiye’, o ‘Başka Bir Türkiye’ arayışıydı. O arayış, hâlâ taban düzeyinde sürüyor.
Gezi deneyiminin Türkiye toplumu açısından ilginç tarafı ise şu: Büyük oranda şehirli, lâik, kültürel sermayesi yüksek orta sınıflar tarafından kitleselleştirilen bu hareket, sistem-dışı talepler üretmesine rağmen, bu bahsettiğim kitleler, Türkiye toplumu içindeki geleneksel rolleri nedeniyle sistem içinde kaldı.
Yael Navaro hocamızın geçmiş eserlerinde güzel bir tespiti vardı; ‘ülkenin sahibi olduğunu düşünenler‘ diye. Türkiye’de şehirli, lâik, orta sınıflar, Kemalizm projesinin sınıfsız, imtiyazsız toplumunun prototipiydi aslında. Zira Kemalizm projesi, şehirli bir projeydi, endüstrileşmiş, kentleşmiş bir topluma göre dizayn edilmişti, başarısızlığının nedeni de bu oldu. Kırsaldan gelen direnişle çatısı kaldı, gövdesi yıkıldı gitti. Toplumsal proje de gerisinde yalnızca büyükşehirlerde rastladığımız bir kitleyi bıraktı.
O kitle, ekonomik sermayesi düşük, kültürel sermayesi yüksek orta sınıfa tekabül ediyor aslında, ama Bourdieu’cü bu pozisyonlamanın Türkiye özelindeki biricikliği, bu insanların kendisini Kemalizm projesinin, yani Türkiye modernleşmesinin mirasçısı ve koruyucusu, dolayısıyla da ülkenin sahibi zannetmesi. AKP’nin ilk döneminin en büyük toplumsal travması da bu kitlenin yaşadığı şok oldu aslında.
Bugün ironik bir şekilde düzenleyicilerinin büyük çoğunluğunun AKP saflarında olduğu cumhuriyet mitinglerinin anti-demokratik hırçınlığı, o şokun göstergesiydi ve AKP’nin 2007 seçimleriyle hegemonik projesini meşrulaştırmasına büyük katkı yaptı. Diğer taraftan, Eski Türkiye refleksleriyle Yeni Türkiye’yle mücadele etmenin mümkün olmadığını da gösterdi ve yeni arayışların hızlanmasına yol açtı. Gezi de o arayışların ürünü oldu. Her şey diyalektik, her şey ilişkisellik işte azizim…
CHP’nin temsil etmekte zorlandığı bu toplumsal katmanın sağ kanadı da sol kanadı da yıllardır temsil açığı veriyor. Sağ tarafta lâik, milliyetçi bir odak olarak İYİ Parti mevcut boşluğa oynadı. Ancak derin devlet ve ülkücülüğe bağlarıyla tipik sağcı fırsatçılığı üzerinden giriştikleri operasyonların ters tepmesi, şimdi Zafer Partisi ve Memleket Partisi gibi daha sistem-dışı yapıları radara soktu. Sol tarafta ise boşluğun ne kadar büyük olduğunu 2014 yerel ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gördük.
Gezi ve 17-25 Aralık skandallarına rağmen, AKP gücünden neredeyse hiçbir şey kaybetmedi, ‘Gezi ruhu’ ise kurumsal muhalefette temsil adına birkaç mahalle muhtarı seçtirmek dışında hiçbir etki yapamadı.
Burada HDP’den ama çok daha fazla Selahattin Demirtaş’tan bahsetmek gerekiyor. HDP, aslında 2014’te siyasete ters ayakla girdi, biraz da Gezi’de edindiği krediyi güçlü bir belediye başkanlığı kampanyasına çevirmek isteyen Sırrı Süreyya Önder’in tez canlılığı yüzünden. HDP’nin hikayesi Demirtaş-Yüksekdağ liderliğiyle değişti. Haziran 2015 seçimleri Gezi’nin kurumsal siyasete direkt etki ettiği ilk seçim oldu.
Burada demek istediğim, Gezi’ye katılan herkesin Demirtaş’a oy verdiği değil. Aksine, Gezi sırasında topladığım verilerde bile Demirtaş’a ‘terörist’ gözüyle bakan epeyce katılımcı görmüştüm. Gezi’nin getirdiği temel değişim, meşru siyasetin sınırlarını devletin değil demokrasinin paradigmasına göre genişletmek oldu. Devletin on yıllarca tehdit olarak gördüğü insanlar, rahatça devletperver olarak nitelendirilebilecek kitleler tarafında bile az-çok meşruiyet kazandı. 2015’te ülkenin batısında HDP’ye oy verenler arasında çok ilginç insanlar olduğundan emin olabilirsiniz. Gezi’den iki ay önce sorsanız, Kürtlere ölse oy vermeyecek insanlar mesela…
Lâkin, yukarıda bahsettiğim şehirli, lâik orta sınıflarla HDP’nin ilişkisi hep teyelli oldu. İki taraf arasındaki geleneksel ezen-ezilen ilişkisinden dolayı, bir tarafın desteği hep ‘emanet’ken, diğer tarafın yaklaşımı hep çekingen oldu. Net bir yoldaşlık ilişkisi kurulamadı.
Şimdi, nihayet, TİP’e geliyoruz. Türkiye İşçi Partisi’nin varlığı, bu yukarıda bahsettiğim temsil açığının giderilmesine yönelik bir adım aslında. CHP’ye veya HDP’ye kerhen ya da emaneten destek veren ve kendini temsil edilmiş hissetmeyen insanların destekleyebileceği, hatta örgütlenebileceği bir yapı. Bu anlamda Türkiye demokrasisine çok büyük hizmetleri olma potansiyeline sahip bir parti TİP. Yıllarca anti-politizm batağına saplanmış, kurumsal siyaseti uzak durulması gereken bir şey olarak gören ve bu nedenle de tüm kurumsal siyaset alanını oligarşik bir elite bırakmış insanların siyaset üretmesini sağlamak, bu ülkede çok taşı yerinden oynatır.
Türkiye İşçi Partisi’nin varlığının bir diğer büyük faydası ise yine aynı kitleyi devletperver, şoven, milliyetçi akımlara kapılmaktan koruyacak olması. Özellikle gençler için bu işlevin hayati bir önemi var. Bunu 15 yaşımdayken sırf sol parti diye Perinçek’in İşçi Partisi’nin kapısından girmiş biri olarak söylüyorum (İki ay içinde nasıl çılgın bir endoktrinasyon ortamında olduğumu bana fark ettiren partinin o zamanki gençlik kolları başkanı, bugünkü azılı düşmanı Gökçe Fırat’a hâlâ minnet borcum var, onun çabaları (!) olmasa belki o kadar çabuk uzaklaşamazdım). Şoven popülizmin dört koldan yayıldığı bir dönemde, TİP’in sol popülizmi bir paratoner rolü de görüyor.
Orta sınıf, lâik, şehirli, okumuş kitleyle sol siyaset arasında yıllarca kurulamayan bağı kurmuşa benziyor TİP. 12 Eylül’den beri ilk kez sol, bu kitle için öcü olmaktan çıkıyor. “Aman olaylara karışma evladım” tembihleriyle büyütülen kuşaklar için TİP’in varlığı son derece dönüştürücü ve gerekli.
Yine Kürt sorununun çözümünde de güçlü bir TİP’in varlığı toplumsal zemin yaratma bakımından gerekli. Kürt sorununun demokratik çözümünden ve Kürtlerin eşit haklar mücadelesinden taraf bir partinin milliyetçi ana akımdan kitlesel parçalar koparması çok olumlu. Ağzına Kürt ya da HDP lafını almaktan korkmayan, Kürtlerle ‘dostlarımız’ gibi göndermelerle ve arka kapıdan muhatap alan CHP’nin boş bıraktığı yeri de bu anlamda dolduruyor.
Ama…
Dikkat ederseniz, TİP’in kitlesinden bahsederken, hep tek bir demografiden bahsettim. Bu partinin doldurmaya çalıştığı pozisyonun yıllarca boş kalmasının temel nedeni aslında. 12 Eylül’ün en feci sonucu, sendikal hareketlerin kalıcı olarak sakatlanması oldu. AKP dediğimiz şey, solun fabrikalarda, tarlalarda örgütlenememesinin doğal sonucu. Sınıf temelli politikaların giremediği yerlere, AKP’nin sadaka ekonomisi girdi.
Türkiye’de ana akımdan alan koparmaya çalışan bütün sol girişimlerin açmazı, fazla orta sınıf merkezli olmaları. Bunu geçmişte ÖDP deneyiminde de yaşadık. Bunun böyle olmasının bir nedeni, sol siyasetin kendisinin de, sol siyasetçinin de fabrikalardan çok okullarda üretilmesi. Kendisi orta sınıflardan çıkan siyasetçiler, söylem olarak da orta sınıf söylemini yeniden üretiyor, istemeden de olsa. TİP, fazla entelektüel kadrosunun yaratabileceği mesafeyi, daha ulaşılabilir bir sol popülizmle sağaltmaya çalışıyor. Başarılı olup olamayacaklarını zaman gösterecek.
Orta sınıf merkezliliğin, Türkiye’deki bir sol parti için yarattığı çeşitli sıkıntılar var. Birincisi, orta sınıflar, kendisini kendi üretim biçimlerine göre değil diğer sınıflara göre tanımlıyor. Bir yandan sınıf yükselmeye çalışırken, diğer yandan da alt sınıfların sınıf yükselmesinde kendine tehdit görüyor. Zira aradaki fark kapanırsa, kendini tanımlayacak bir şey kalmıyor. Mesela, temizlik işçileri greve gittiğinde en sert tepkilerin bu kitlenin mensuplarından geldiğini fark etmişsinizdir, “Doktorlar iyi maaş alamazken, çöpçülere mi para verilecek” türünden tepkiler… Bu tarz bir alt sınıf alerjisinin bir sol parti için yaratacağı sorunu söylemeye gerek yok.
Diğer bir önemli mesele ise orta sınıfların Türkiye’de kendisini kültürel sermayesiyle tanımlaması. O kültürel sermaye, yalnızca okumuş, yazmış olmakla kalan bir şey değil. Neyi okuyup yazdığı da önemli, hatta daha önemli.
Türkiye’de orta sınıflara hitap eden Anadolu Lisesi-kamu üniversitesi merkezli eski eğitim sistemi, aynı zamanda devasa bir endoktrinasyon aracıydı. O okullarda çok önemli beceriler kazanıldı (ki pek çoğu belli açılardan gerçekten Avrupa standartlarındaydı), ama bir yandan da devletperverlik kafaya kazındı.
TİP’in bu endoktrinasyonu geri çevirme potansiyeli var ama kitleselleştikçe kendi politikaları da o yola sapabilir. Sol popülizm, buna yeterince kapı açıyor, örnekleri mevcut. Kaldı ki Türkiye solunun Gezi sonrası dönemde ‘Kürtsüz sol’ yaratma denemeleri de oldu. Gezi’nin hemen sonrasındaki Gazdanadam, sonrasında denenip rezillikle sonuçlanan Birleşik Haziran Hareketi, her seçim öncesi gündeme gelen HDP’siz sol ittifak senaryoları… Stalinizm ve Kemalizm geleneği olan Türkiye solunun da milliyetçi, anti-Kürt cereyanlara zaafı olduğunu kabul etmek gerek. TİP’in HDP’yle kamuya fazla açık didişmesi, bu zaafa parti içinde kökleşme şansı verebilir.
Sözün özü, TİP’in önünde çetin bir sınav var. Bir yandan kitleselleşirken (ki bunu bütün öncüllerinden iyi beceriyor şu ana kadar), bir yandan da o kitlelerin yönünü sol düşünceye çevirmesi gerekiyor. Aksi takdirde, kendi politikalarının içinin boşalması ihtimali söz konusu.
Daha çetin bir sınav ise partinin sıklıkla beraber anıldığı Kadıköy-Cihangir ekseninin ötesine ikna edici bir şekilde geçme gerekliliği. Aksi takdirde ÖDP deneyiminin makus talihi, onları da bulabilir kısa-orta vadede…
Başlıktaki ‘TİP ne yapıyor?’ sorusuna gelelim.
TİP, son dönemde dört milletvekiliyle gösterdiği başarılı Meclis performansını ve kurumsal siyasetin solundaki boşluğu, kendi ayakları üstünde duran bir sol alternatife dönüşmeye tahvil etmek istiyor. Bu mantıksız bir strateji değil. TİP, sonsuza kadar HDP’nin gölgesinde kalamaz, iyi bir şey değil bu. Ülkenin ana akımının, yani Overton penceresinin iyice sağa yapıştığı bir dönemde ana akımı sola çekecek bir güce ihtiyaç var. Kürt sorununun çözümü de dahil pek çok konu için elzem bu. HDP de bundan faydalanacak. Dolayısıyla örgütlenmiş ve Meclis’te görünürlüğü olan bir TİP herkese lazım.
Diğer taraftan, TİP nispeten yeni bir parti. Tecrübeli siyasetçilerden çok dinamik kadrolara yaslanan bir yapı. Kritik bir seçim döneminde HDP’nin tecrübesinden yararlanmaya çok ihtiyaç duyabilirdi. Aynı şekilde henüz ulaşamadığı kitlelere ulaşma konusunda da HDP’yle birlikte hareket etmesi faydalı olurdu. Çünkü HDP, yalnızca Kürt halkına ulaşma konusunda değil, yoksul mahallelerde varlık gösterme konusunda da AKP dışında kayda değer tek güç. İşçi sınıfından temsilcileri üst sıralardan aday göstermek güzel ama TİP’in bu kitleler için kalıcı bir alternatif oluşturabilmesi için zaman gerekiyor.
Geliyoruz zurnanın zırt dediği yere… Yazının genelinde TİP’in Türkiye için gerekliliğini anlattım. İtirazımın partinin varlığına olmadığı anlaşılmıştır. Lâkin, zamanlama ve usule ciddi itirazlarım var.
Kendi ayaklarının üstünde durmak TİP’in en doğal hakkı. Bunu kimse onların elinden alamaz. Ama bazen doğru olanı, yanlış zamanda yapınca da hesap tutmuyor. Çok kritik ve ani bir seçim dönemi içindeyiz. Türkiye İşçi Partisi’nin tüm gücünü ülkenin demokrasiye dönüş mücadelesine katması gereken bir dönem bu. Böyle bir ortamda, partinin kendi varlık mücadelesini her şeyin önüne geçirmesi doğru muydu, hiç emin değilim. HDP’yle ortak liste polemiği, iki tarafın da hatalarıyla, çok göz önünde ve yıpratıcı şekilde devam etti, ediyor. Bunun kimseye faydası yok. TİP’in bu seçimdeki rakibi HDP değil, AKP. Bunun gölgelendiği her hamle yanlış.
Mesela, HDP’nin kendine seçime girecek parti bulmaya çalıştığı bir dönemde, Sera Kadıgil’in canlı yayına çıkıp ‘HDP’yle yarış‘tan ve ‘ayrı seçmen havuzları‘ndan bahsetmesi feci bir hata, ittifak hukukuna da aykırı. Partinin o gaftan geri adım atmaması da öyle. HDP’nin, bu hamlelere verdiği sert karşılıklar da aynı derece de yanlış ama kronolojik sıralamada daha arkada.
TİP’in kendi çizdiği strateji doğru. Edindiği popülerliği arttırarak sürdürme ve ikna edici bir alternatif olma çabası da. HDP’yle demografik olarak ayrıştığı yerler olduğunu ben de söyledim zaten bu yazıda (Kadıgil’in bunu TİP’in güçlü olduğu bir konu olarak görmesi çok tuhaf olsa da). Ama bunlar şimdinin meselesi değil, olmamalıydı.
Bence yapılması gereken, bu konuları kamuya daha kapalı ortamlarda ittifak muhataplarıyla tartışıp çözmekti. Garabet rejimin garabet ittifak sisteminin getirdiği tek liste avantajına yok muamelesi yapmak, zaten tâ burasına kadar gelmiş seçmenin de kafasını iyice karıştırmak manâsızdı. İki tarafın sosyal medya üzerinden birbirine mahalle baskısı yaratması da her şeye tuz biber ekti. Bir kaşık suda fırtına koparıldı, hâlâ da kimse geri adım atmıyor.
HDP’nin tarihinde TİP’in şimdi yaptığına benzer iki hamle var. Biri, 2014’te Sırrı Süreyya Önder’in belediye başkan adaylığı, diğeri ise Haziran 2015’te seçime parti olarak girmesi. Birincisi, devasa bir hataydı, Gezi’nin yarattığı momentum harcandı. İkincisi ise Türkiye siyasetinin dinamiklerini değiştirdi. İkisi de kumardı, ama işte kumarı oynarken de elinizdeki kağıtlara bir bakmanız lazım. HDP iki türlüsünü de yaşadı.
Şimdi TİP kumar oynuyor. Elinde ne sinek ikilisi var ne dört as. Fena olmayan bir döper var diyelim. Kazanabilir, ama masadaki biri üçlü çıkarırsa kaybeder. Normal zamanda bununla oyuna girilir de rest çekmeye değer mi, hiç bilemedim. Böyle bir zamanda kumar oynamaya da tabii…
Hayırlısı olsun…
İlk olarak https://www.diken.com.tr/tip-ne-yapiyor/ adresinde yayımlanmıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın