Londra isyanları boyunca gerek İngiltere basını, gerekse Türkiye basınının kendine şehirli orta sınıfın siyasal yönelimlerini belirlemeyi şiar edinmiş temsilcileri ısrarla isyancıların lümpenliğinden ve isyanların spontane ve şuursuz olduğundan dem vurdular. Ana akım medya bir argümandan bu derece, iman tazeleme derecesinde bahsediyor ve ısrarla kitleleri buna ikna etmeye çalışıyorsa, o argümanı bir kurcalamak gerekir. Zira medyanın insanların kafasında hiçbir kuşku kalmayıncaya kadar ısrar ettiği bir şey genelde başka bir gerçeği gizlemekte kullanılır. Medyanın sevdiği taktiklerden biri “gösterirken saklamak”tır. Bir şeyi o kadar çok gösterirsiniz ki kadraja girmesi gereken başka şeyler ortadan kaybolur. Bu yüzden de ana akımın dayattığı “gerçekler”, argümanın kuvvetliliğiyle değil, sunulma frekansıyla ölçülür.
Tottenham’da isyanlar gösterilir ve aynı savlar ısrarla gerçek olarak sunulurken de saklanan çok şey vardı kuşkusuz. Kapitalizmin denizinin artık bittiği ve on yıllardır halkları bir avuç insanın zenginliği için fakirliğe mahkum etmenin hesabının sokaklarda görüleceğinin anlaşılmasının yanı sıra bence bu isyana neden olan tarihsel arka plan da gizlenenler arasındaydı. İngiltere ana akım medyası bu süreç boyunca isyancıların lümpenliğinden çok bahsetti de, bu şuursuzluğu neyin yarattığını hiç sorgulamadı. Oysa her şey gibi Britanya gençliğini dükkan yağmalamaya götüren sürecin de bir tarihi var.
Bugün İngiltere’de karşımıza çıkan gençliğin davranış biçimini anlayabilmek dönülmesi gereken tarih bence 1979 kışı, yani “Mutsuzluk Kışı”. İkinci Dünya Savaşı sonrası en müreffeh yıllarını yaşayan ve “sosyal devlet”in insanların hayat kalitesini yükselttiği 35 yıl boyunca güçlü bir Muhafazakar Parti hükümetine izin vermeyen ülke, 1973’te başlayan Küresel Petrol Krizi’ne de İşçi Partisi hükümetiyle yakalandı. Bir yandan İngiltere’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na giriş müzakereleriyle, bir yandan Kuzey İrlanda sorunuyla uğraşmak durumunda olan hükümet, kamu görevlilerinin grevini engelleyecek koşulları sunamayınca o kış bir grev dalgasıyla geçildi. Burada önemli olan nokta, grevlerin gerçekten yaptığı etki kadar özellikle geniş kitlelerin okuduğu tabloid gazetelerinde nasıl yansıtıldığıydı. The Sun, Daily Mirror gibi gazeteler o kış, grev nedeniyle hastanelerde tuz bulunamadığını ve ölülerin gömülemediğini yazdılar. Başbakan Wilson’ın konu hakkında söylediği iddia edilen “Kriz mi? Ne krizi?” sözleri aslında sağcı Daily Mail’in üç gün öncesinde yaptığı bir asparagastan başka bir şey değildi. Hem İşçi Partisi, hem de sendikalar halkın mutsuzluğunun sebebi olarak takdim ediliyordu. O kış boyunca yapılan kara propaganda Margaret Thatcher’ın büyük seçim zaferine giden taşları örüyordu. ?Mutsuzluk Kışı? öncesi beş puan geride olan Muhafazakarlar seçimi büyük farkla kazanıyordu.
1979 kışı boyunca yapılan propaganda ve oluşturulan algı, Margaret Thatcher’ın muhafazakar ve neo-liberal politikalarını uygulaması için gerekli zemini hazırlamıştı. Kışın faturasının kesildiği sendikalar bu yolda en büyük hedefti. Genel retorik, sendikaların fazla güçlü olduğu ve Britanya’da hayatın akışını keyfi grevlerle engellediği üzerineydi. Ancak yüksek işsizlik rakamları, ekonomik krizin yükü ve Kuzey İrlanda’daki açlık grevleri, Thatcher’ın işçi sınıfı örgütlenmelerine karşı açmayı planladığı savaşa destek bulmasını engelliyordu. Öyle ki Muhafazakar Parti’nin iktidardan düşmesi bile söz konusuydu. Ancak imdatlarına Falkland Savaşı yetişti. Arkasına yine medyayı alan Thatcher, müthiş bir milliyetçi ajitasyonla halkı militarize etti ve savaşa verilen %80’lik kamuoyu desteğini yüzde %43.9’luk bir oy oranına tahvil etmeyi de başardı. Artık Thatcher’ın elinde planlarını gerçekleştirmesi için her türlü imkan vardı.
Thatcher politikalarının merkezinde ilk döneminde hayata geçiremediği Sendika Reformu vardı. Reform, sendikaların İşçi Partisi’yle örgütsel ve ekonomik bağlarını kesmeyi hedefliyor, sendikaların içindeki doğrudan demokrasi uygulamalarını yasaklayarak sendika üyeliğini izole ve antidemokratik bir çerçeveye oturtuyordu. Ayrıca dayanışma grevlerine de yasak getiriliyordu. Sendikalar bu şekilde zayıflatılırken, özelleştirmeler de dalga dalga yürürlüğe konuyordu. İşsizlik inanılmaz boyutlara ulaşırken, zenginlerin gelir vergileri azaltılıyor, önce katma değer sonra da kelle vergileriyle fakir kitlelerin sırtına bindiriliyordu. 1984-85 Maden Grevi, işçi sınıfının Muhafazakar hükümete karşı son büyük savaşı oldu. Thatcher’ın gizli kameralarla dayanışma grevi yapanların tespit edilmesinden, grevci işçilerin ailelerinin ilaç yardımlarının kesilmesine kadar varan bir dizi etik dışı uygulamayla grev başarısızlığa uğratıldı. Sendikalar yenik ve zayıf, İşçi Partisi kitlelerden hiç olmadığı kadar yoksun kalmıştı. Neo-liberal çarklara karşı duracak hiçbir örgütlü mekanizma kalmamıştı. Artık her koyun kendi bacağından asılacaktı. Bireysel öfke ise Falkland döneminde yaratılan milliyetçilikten de yararlanarak son on yılda krizle beraber Britanya’ya akışı hızlanan göçmenlere yönlendiriliyordu.
Thatcher ve sonrasındaki Major hükümetlerinin yarattığı ortam ve uyguladığı politikalar; geleceksiz, örgütsüz, yabancılaşmış bir alt kesim gençliği yarattı. 1980’lerden itibaren Britanya sosyal haritasının bir unsuru hâline gelen bu gençlik, farklı alt kültürlerin doğuşuna ve gelişmesine sebebiyet verdi. Kimi şiddete yönelirken, kimi farklı ifade biçimlerini tercih etti. Çoğunluk ise zaman zaman spontane tepkilere yol açacak bir öfke birikmesiyle başbaşa kaldı. Bu öfkenin yarattığı isyanları Britanya’nın yakın tarihinde ve bugün görebiliyoruz.
Özetle; bugün İngiltere medyasının şikayet ettiği lümpenlik, aslında Britanya gençliğinin 1980’lerden itibaren neo-liberal politikalar aracılığıyla mahkum edildiği yabancılaşmadan başka bir şey değil. Medya bugün bu duruma yapmacık bir hayretle yaklaşıyor, oysa bu şuursuz öfkenin bütün doğma, birikme ve patlama sürecinde hem tanıktı, hem de aktördü. Örgütlü, politize ve sınıf bilinci taşıyan bir gençliğin oluşmaması için bu kadar çaba sarf ettikten sonra bugün fakir mahallelerden taşıp dükkanları yağma eden genç kitlelere bakıp hayıflanmak iki yüzlülük.
1980’lerden itibaren İngiltere’yle Türkiye arasında da pek çok benzerlik bulmak, bağlar kurmak mümkün. Bu bağları, hem o dönemdeki ANAP hükümetleri, hem de onun sevimsiz bir kopyası görünümündeki AKP hükümetleri üzerinden okumak mümkün. Tabii Britanya’da son otuz yılda neo-liberal politikalarla yok edilen pek çok şeyin, Türkiye’de daha palazlanamadan 12 Eylül faşizmi tarafından dümdüz edildiğini not etmek gerek. Thatcher ve sonrasındakiler (ki buna sol politikadaki yerini tamamen terk edip sağa çeken Yeni İşçi Partisi’ni ekleyelim), var olan bir şeyi yokluğa çevirirken, bizdekiler yok (edilmiş) olanın var olmamasına çalışıyorlar. Benzer olan ise uygulanan yöntemler ve nihai hedef. İki taraf da zengin azınlığın refahını korumak için, mutsuz ve fakir halkı uyuşturmanın ve bastırmanın peşindeler. Dolayısıyla bakış açılarının ve uygulamalardaki ceberrutluğun benzer olması kimseyi şaşırtmamalı. Türkiye’deki sol bileşenler de İngiltere’deki isyanları bu benzerlikler perspektifinden incelemek ve buradaki halk mücadelesine ne gibi katkılar sağlayabileceğini düşünmek durumunda. Çünkü Türkiye’de de İngiltere’deki gibi mutsuz ve ezilmiş bir kitle ve onun bir gün hesap sormasından korkan bir iktidar var.
İlk Yorumu Siz Yapın