Eminim bazılarınız itiraz edecek ama ben kendi adıma ana akım medyada belli değerlerin savunuculuğunu yapmaya çalışan yazarlara saygı, hatta belli oranda sempati duyuyorum. Evet, keşke ekonomik ve editöryel açıdan güçlü bir ?sol basın? olsaydı Türkiye’de ve bu insanlar da ana akıma kaymasalardı, ama mesela ben personel servisinde boynuna giriş kartını (tasmayı) asınca şirketin hissedarı olduğunu sanan Mango-Zara-Sarar rubalı orta sınıf çocuklarının uykularından Umur Talu’nun başlarından aşağı döktüğü buz gibi ?gerçek dünya? suyuyla uyanma ihtimalini seviyorum. Yani mesele yalnızca ?sol basın?da yazan insanların ?hayrına?, yani sıfır Meksika Pezosu’na yazmak zorunda kalması ve emeklerinin karşılığını hiçbir şekilde alamamaları (en azından benim başıma gelmedi) ya da yazılarının her an bir teknik aksaklığa kurban gitme ihtimali değil, ana akımda belli değerleri paylaştığımız (hayır, vicdan demeyeceğim) insanların bir fonksiyonu var. Eğer hayata karşı sağlam bir duruşunuz varsa, girdiğiniz kabın şeklini almazsınız ama biraz aklınız çalışıyorsa okuyucunuzu şöyle bir tartar ve onlara ulaşmanın yollarını ararsınız. Siz aynı insan olabilirsiniz ama Taraf’ta yazdığınız yazıyla BirGün’deki aynı yazı olmaz. Taraf’ta yazma durumunda kalmış bir sosyalistseniz (hayır Roni Margulies’ten değil, kendimden bahsediyorum), sizin sayfanıza gazetenin karakolunun işletmecilerini okuyarak gelmiş zavallıyı o filmlerde gördüğümüz hezeyan bitirici tokatla kendine getirmeniz farzdır. BirGün’de ise mesela Nazım Alpman, Doğan Tılıç ya da Kürşad Kahramanoğlu okuyarak gelmiş okura tokat atmaya çalışmak yalnızca dangalaklık olur.
Bu yukarıda bahsettiğim bağlamda Ece Temelkuran’ın da benim için iyi-kötü bir kredisi olageldi. Buradan her yazdığını çok beğendiğim anlamı çıkmasın ama en azından plaza çocuklarına daha önce duymadıkları bir şeyleri söylüyordu. Bir yazarın bir yazıyla kredisi biter mi sorusuna cevap olarak ?Aysever-Cihangir? diyeyim, bitebileceği konusunda anlaştıktan sonra Temelkuran’ın zincirleme trafik kazası tadındaki yazısı ?Sınıfsız Domates?i didiklemeye geçeyim. Maalesef yazının bu kısmı o yazıyı tekrar okumamı gerektirecek, siz okumayın diye kendimi feda ediyorum.
Efendim konu Ece Temelkuran’ın turistik Tunus seyahati. Seyahatin tam nedenini bilmiyorum, öğrenme şansım oldu, çok ilgilenmedim, hâlâ da gerek yok. Yazı, Ece Temelkuran’ın Tunus’a varışı, uçakta yemediği küflü kabak yemeği, oteldeki kaba resepsiyonist ile başlıyor ve birkaç cümle içerisinde Tunuslu adamların ?kendisini kesecekleri? (iki kez tekrar ediliyor, yazının nakaratı sayılabilir yani bu nahoş cümle) hezeyanına evriliyor. .
Yazının muhtemelen Temelkuran tarafından değil, yazıyı şöyle bir okumuş ve benim gibi içi çok sıkılmış sayfa sekreteri tarafından atılmış ?Maço Tunus? ara başlığından sonra mevzuya lüzumsuz bir domates dahil oluyor. Ece Temelkuran’ın aslında Sibel Arnalaşmakta olduğunun gayet farkında olduğunu sezdiren usturuplu girizgah cümleleriyle bize tanıştırdığı, evini temizleyen -ve umuyorum sigortasını ödediği- Tülay Hanım’ın yazarın çantasına koyduğu domatesler bunlar.
Mevzu buradan sonra iyice sarpa sarıyor ve ?evet ben Tülay’ın aylık gelirini lanet olası ayakkabılara döküyorum ama olsun hepimiz kardeşiz, değil mi?ye geliyor (vallahi ben uydurmuyorum bu cümleleri!). Oradan da ışık hızıyla ?alt sınıfın öfkesi üst sınıfın bireylerine değil sisteme yönelsin? cevazına geçiyoruz. ?Üst sınıfın bireyleri? derken şair (pardon yazar) burada kendisine sesleniyor. Tülay’a da diyor ki -bu kısımdaki çıkarım benim- ?ben bir gün senin kentsel dönüşüm ayağına yıkılan evinin yerine yapılan villalardan alabilirim, o zaman bana değil sisteme kız.? Temelkuran domatesler üzerinden sınıf teorisini baştan yazarken aklıma Jeunet&Caro ikilisinin dehasını en güzel yansıttığı film olan Şarküteri’de insan eti satan kasabın söyledikleri geliyor ister istemez; ?İnsanlar kötü değildir, onları koşullar bu hâle getirir. Özür dilemek her zaman mümkündür.? Bunları söylerken de son kiracısının bacağını (budunu) doğramaya devam ediyor bir taraftan.
Dediğim gibi Temelkuran’ınki ?kalem sürçmesi? filan değil, zincirleme trafik kazası. Zira yazıda bir faül yok, bir hevenk faül var. Her şeyden önce bir insanın turist olarak gittiği yere tepeden bakarak sürekli şikayet etmesi kadar can sıkıcı ve burjuvamatik bir şey yok, hele bunu yapan gazeteciyse iyice kokuyor. Temelkuran’ın yazısındaki girizgah, bir zamanlar ülkesinin kanını emdiği yerlere gidip bulabildiği her şeyden şikayet eden İngiliz-Fransız turist tavrı. Bir gazeteci, bir ülkede olaylara dışarıdan ve yukarıdan bakmaya kalkınca bu sömürge valisi tavrı maalesef kaçınılmaz oluyor. Gidilen ülkedeki her şey giden insana tabii ki uymayabilir, bu normal ama bunlara karşı önceden önlem almak olası. Evliya Çelebi’nin ?Seyahatname?yi yazdığı dönemde değilsiniz, Tunus’un ya da başka bir yerin muhafazakar yerleri neresidir, nereler çok turist işi değildir, nerelerde ne bulunur, ne bulunmaz hepsini öğrenmek mümkün. Aynı şekilde Tunus’ta hangi otel nerededir, hizmeti nasıldır, nedir, ne değildir bunu da artık internetten bakıp bulmak mümkün. Ulu Manitu’ya şükür paranız var, Tunus’un en Nişantaşı yerinde on beş yıldızlı bir otele check-in yapıp, Blackberry’nizdeki Google Maps eşliğinde gezmek suretiyle Tülay Hanım’ın aylık gelirini lanet olası ayakkabılara Tunus’ta da dökebilirsiniz. Hem siz alıştığınız konfordan uzaklaşıp işi mızıkçılığa dökmezsiniz, hem de biz ?Araplar beni kesecek ayol? krizlerinize maruz kalmayız. Ben ?sıfır telif? hâlimle Ortadoğu ve Balkanlar’da sağ kalabildiysem, siz Tunus ?downtown?da haydi haydi kalırsınız, kendinizi bu derece küçümsemeyin.
Domatesle sınıf teorisi inşa etme kısmına acil bir çözüm bulmak ne kadar mümkün bilmiyorum, daha varoluşsal bir sıkıntıdan bahsettiğimizi hissediyorum. O yüzden kısa yoldan tek bir önerim olacak. Siz bu sınıf öfkesi işini Oxford’lu siyaset bilimci arkadaşınıza değil, gazetenizin binasının hemen arkasındaki Dolapdere’de evlerini zenginlere kaptırmakta olan insanlara bir sorun. Bence daha net cevap alırsınız.
İlk Yorumu Siz Yapın