Yakın zamanda aynı meseleyi dert edinmiş iki çalışmayı inceleme fırsatı buldum. Bunlardan bir tanesi ?Çoğunluk? filmi, diğeri ise dört bölüm hâlinde BirGün’de okuduğumuz Ateş İlyas Başsoy’un ?Selim Türkhan ve siyasetsiz seçmen? analizleri. Bu iki çalışmayı karşılaştırmak belki elmalarla armutları karşılaştırmak olarak algılanabilir, ama ben öyle düşünmüyorum. Her ne kadar bir tanesi kurgusal bir sinema filmi, diğeri ise yöntem itibarıyla bilimsel olmasa da rahatlıkla entelektüel olarak adlandırılabilecek bir siyasal iletişim değerlendirmesi olsa da, ikisinin de yapmaya çalıştığı şey aynı. Türkiye’de 12 Eylül sonrası uç vermeye başlayan, son on yılda iyice palazlanan ve bu ülkenin siyasal hayatına yön verdiği ciddi bir şekilde hissedilen bir sessiz kitleyi kurgulayarak anlamlandırmaya çalışıyor. Ben bunun önemli ve gerekli bir çaba olduğunu düşünüyorum. Çabanın yöntemine ve algısına itirazlarım var ama bunu sözün sonuna saklamayı tercih ediyorum.
Takip edemeyene merak kaşıyıcı bir özet geçmek, takip etmiş olanı ise tartışmaya davet etme adına iki çalışmadan biraz bahsetmek istiyorum. Çoğunluk, şehirli, çok olmasa da varlıklı, açıkça ifade etmese de muhafazakar, filmde zaman zaman vurgulandığı üzere milliyetçi ama uzaktan bakıldığında rahatlıkla apolitik olarak tanımlanabilecek bir ailenin ve yetişkinliğe adım atan oğlunun hikayesini anlatıyor. Filmde gösterilen baba, aslında Özal’ın ANAP’ının olgunlaştırdığı, AKP’nin yolunu açtığı, muhafazakar oligarşinin eteklerine eklenlenmiş serbest meslek erbabı yeni zenginin epeyce stereotip bir hâli. Çoğunluk’un anlattığı aile için de televizyonlarda günde bin kez reklamları dönen, kentsel dönüşümle fakir ailelerin süpürüldüğü yerlere kondurulmuş yeni sitelerdeki evlerin hedef kitlesi denebilir. Yani iktidarın kaymağını yiyen asıl grup olmayan ama olayların gidişatıyla uyumlu bir şekilde çıkar sağlayan bir insan topluluğundan bahsediyoruz. Filmdeki baba, bu doğruyu bulmuşluk hissinden o kadar emin ki, film boyunca bütün derdi oğlunu ite kaka, döve döve o yola sokmak. Zaten film de çocuğun o yola sokulurken aldığı darbeler üzerinden ilerliyor.
Ateş İlyas Başsoy’un ?Selim Türkhan ve ailesi? olarak cisimleştirdiği ve gerçek hayata daha açık göndermeler yapan ailesinin yapısı da bundan farklı değil. Başsoy’un ?siyasetsiz? olarak nitelediği karakterler de yine babanın tartışılmaz olarak reis olduğu, şehirli ve hayattaki kaygıları Çoğunluk ailesininkine benzer. Başsoy, özet olarak AKP dışındaki partilerin kendi kemikleşmiş tabanlarının üzerine bir şey ekleyemediğini, AKP’nin ise bunu ?Selim Türkhan?lara seslenerek yaptığını söylüyor. Dört bölümlük yazısının son iki bölümünde de Selim Türkhan’a nasıl seslenileceğini anlatıyor.
Öncelikle iki ailenin, daha doğrusu o bu aileyi net bir şekilde temsil eden iki aile reisini karşılaştırmak gerekiyor. Çoğunluk’un aile reisi her ne kadar örgütlü politika anlamında angaje değilse de (olduğuna dair bir işaret yok filmde), ?siyasetsiz? olarak nitelenmekten oldukça uzak. Aksine, askerlik kavramına büyük bir sempatisi var, net bir şekilde cinsiyetçi ve şovenlik derecesinde milliyetçi. Hayatını bunların üzerine değil, tamamen içselleştirilmiş ve neredeyse bir hayvanın kendi içgüdüsel yolculuğunu yaşadığı tereddütsüzlükte izlenen kapitalizm üzerine kurmuş. Bu adama sorarsanız, önceliği vatan, bayrak, namus değil daha fazla para kazanmak olacaktır. Ancak bu ilk saydıklarımı da feda etmez. Vamık Volkan’ın çadır teorisini hatırlayalım. ?Ulus, tüm bireylerin üzerinde yükselmiş bir çadırdır. Normal şartlarda insanlar üstlerindeki tenteyi hissetmezler, ancak çadır yıkılma tehlikesi gösterdiğinde hepsi çadırı ayakta tutacak direğe koşarlar? şeklinde özetleyebileceğimiz teori aslında bu aile reisine ?cuk? oturuyor. Normal şartlarda derdi para kazanmak, ancak manevi değerlerine herhangi bir tehdit hissettiğinde (oğlunun bir Kürt kızıyla beraber olması gibi) tepki vermekten çekinmez. Burada oldukça sibernetik sayılabilecek bir koşullanmadan bahsediyoruz. Yani yalnızca tehlike anlarında ve tehlikeyi bertaraf etmeye yönelik bir koşullanmadan.
Başsoy’un aile reisi Selim Türkhan ise yazarın da belirttiği üzere ?siyasetsiz?. Onun da derdi Çoğunluk’taki aile reisiyle aynı, o da daha fazla para kazanmasına olanak sağlayacak (illa ki daha fazla kazanması da şart değil, bu olanağın var olduğunu bilmesi yeterli) bir sistemin devamından hoşnut. Ancak Türkhan, diğer karakterden farklı olarak bunu başka hassasiyetlerin tamamen önüne koymuş vaziyette. Türkhan’ın tek derdi icraat, hükümetin bir şeyler yaptığını hissediyor ve bunların kesileceğinden korkarak AKP’ye oy veriyor. Yaşadığı ya da yaşayabileceğine inandığı hayat koşullarını bu şekilde devam ettirebileceğine inanıyor. Başka hassasiyetler bunu pek etkilemiyor. Kürt sorunu, Avrupa Birliği ya da laiklik onun için öncelikli gündem maddeleri olmadığı gibi bu konularda hükümetin alabileceği herhangi bir tutum onda Çoğunluk’taki adamın tepkilerini yaratmıyor. Zaten Başsoy’un da muhalefete önerdiği kabaca şu, ?Selim’e hayatının aksamayacağını anlatmaya çalışın?.
Karşımızda hemen hemen aynı yerde duran, hemen hemen aynı adamı anlatmaya çalışan iki çalışma var ama ortaya çıkarılan ?kurgu adam?ların psikolojisi birbirine neredeyse tamamen zıt. Bay Çoğunluk reaktif, dar çevresinde iktidar kurmaya meyilli, hassasiyetleri olan ve bunlara dokunulduğunda şiddetli tepki veren gergin bir zat. Selim Türkhan ise neredeyse Diazem verilmişçesine sakin, kafası okşandığı sürece bir derdi olmayan, derdi olduğunda da en fazla o partiyi bırakıp diğerine oy verecekmiş gibi duran bir kişi. Çoğunluk’tan benim anladığım AKP’de vücut bulan iktidar Bay Çoğunluk’un gerginliğinden, Başsoy’a göre ise sakinliğinden güç alıyor. Bana göre mi? Bana göre, doğru cevap hem ikisi, hem de hiçbiri.
Her şeyden önce ne Çoğunluk’ta, ne de Başsoy’un saptamalarında kurgulanan aile ve reisinin gerçekten ?çoğunluk? olduğundan hiç emin değilim. Hatta olmadığından daha eminim diyebilirim. Zira şehirli, iyi-kötü okumuş ve orta sınıf bir ailenin bu ülkenin ?çoğunluk?u olmadığını rakamlarla ortaya koymak mümkün. Böyle bir kitle yoktur ya da etkisizdir demiyorum, mutlaka vardır ve mutlaka AKP iktidarını yaratan taşların bir kısmını onlar döşüyorlardır. Ama bu kitlenin ne ?çoğunluk? olduğunu, ne de Başsoy’un tahmin ettiği gibi %30 olduğunu düşünüyorum. Yalnızca basit bir Türkiye örneklemi yaratsak dahi bu durum ortaya net olarak çıkar. AKP’yi iktidar yapan ve o siyaseten pasif kitle, muhtemelen iki çalışmanın da kurguladığı süjeden daha fakir ve daha az şehirli. Siyasi hassasiyetleri ise yine muhtemelen iki çalışmanın iddia ettiğinin ortasında bir yerlere, bana sorarsanız biraz daha Bay Çoğunluk’a yakın bir yere düşüyor. Evet, ?hayat gailesi? haricinde Başsoy’un yeterince vurgulamadığını düşündüğüm başka hassasiyetler var ve hayır, bunlar muhtemelen Çoğunluk’taki kadar baskın değil.
İki çalışmanın da anlamsız ya da değersiz olduğunu iddia edecek değilim. Tersine, ikisinin de faydalı ve gerekli olduğunu düşünüyorum. En azından büyük şehirlerdeki, entelektüel diyebileceğimiz, okumuş-yazmış kitlenin AKP’yi neyin iktidar yaptığını düşündüğünü gösteriyor ki, bence bu önemli. İki örneğin de bu işi dert edinme ve inceleme şekli, ?canım bulgura oy verdiler? ya da ?cahil dinciler bunlar? kolaycılıklarından epeyce ileri bir yerlerde. İki çalışma da net olarak şunu söylüyor; ?evet böyle bir iktidar var ve iki kişiden biri bu iktidara destek verdi. Bunlar öcüler ya da uzaydan gelen varlıklar değil, bu ülkede yaşayan sıradan insanlardı?. Bunun söylenmesi çok önemli.
Bu noktada eleştirilerime devam edebilmek ve kendi önerilerimi sunabilmek için, bu satırların yazarı olarak kendi hakkımda bir açıklama yapmak zorundayım ki okuyucuyu yanıltmış olmayayım. Benim bu yazıyı yazarken derdim dışarıdan bir gözlemci olmak değil. Aksine, yazıyı sosyalist bir partinin üyesi ve Türkiye’de uygulanacak sol politikalar üzerine kafa yormayı kendine dert etmiş bir kişi olarak kaleme alıyorum. Buraya kadar yazdıklarımı bu kimlikle yazdım, bu noktadan sonra yazacaklarımı yazmadan önce ise bunu mutlaka belirtmem icap ediyor. Zira, bu yazıyı ne Türkiye’de sol harekete dışarıdan öneri getirmek, ne de tarafsız gözlemlerimi dile getirmek için yazıyorum. Niyetim, Türkiye solunun bir adet bireyi olarak sol harekete katkı yapmaya çalışmaktan başka bir şey değildir.
Bu gerekli açıklamadan sonra konuya dönersem; bence Başsoy’un da, Çoğunluk’un da sorunlu ve bundan önceki kolaycı açıklamalardan çok farklı olamayan tarafı, olaya bakarken durdukları yer. Türkiye’nin tamamını kapsayan ve Türkiye politikasında iktidar partisini belirleyecek kadar etkili olduğunu düşündüğümüz bir kitleyi anlatırken baktığımız yer yine kendi ait olduğumuz o küçük alan. Sırça köşk demek istemiyorum ama bana sorunu yine kendi güvenli ve uzak adacığımızdan ele alıyormuşuz gibi geliyor. Durum böyle olunca da yaptığımız tahliller ancak durduğumuz yerden görebildiğimiz kadar oluyor. İki örnekteki ailelerin de şehirli olması, ekonomik durumlarının düzgün olması ve bunun Türkiye’den alınabilecek herhangi bir örnekleme oldukça ters olması sürpriz değil. Türkiye’deki seçmenlerin yarısının oy verdiği bir partiyi, Türkiye’nin tamamını görmeden açıklamaya çalışıyoruz. Kendimiz belli bir noktadan kurtulamayınca, gördüğümüz manzara da ancak oradan görünen oluyor. Bu Türkiye solunda yeni bir sorun değil elbette. Yaşı yetenler çok daha eskisini hatırlar da, bizim kuşağın bu durumun sonuçlarını ilk tattığı olay herhalde 1999 seçimleridir. ÖDP’yi meclise sokma hayalleriyle güle oynaya sandığa gidip ilk oylarımızı attığımızda partinin kaç oy aldığını ve MHP’nin ne kadar oy topladığını herhalde hatırlatmaya gerek yok. Bunu herhâlde en kötümserimiz bile beklemiyordu.
Sol entelijensiyanın ülkenin tamamını kapsama konusunda sıkıntı yaşadığını söyleyerek herhâlde yeni bir şey söylemiyorum. Durum zaten ortada, kimsenin bundan çok mutlu olduğunu da sanmıyorum. Dolayısıyla artık çözüm için biraz kıpırdanmak gerekiyor. Bana sorarsanız kabukları kırmakta BDP’nin ve Kürt siyasetinin belki tamamen yeterli değil ama gerekli ve çok önemli bir rolü var. BDP ile girilen her ortak eylem, her koalisyon, Türkiye solunun kapsama alanını genişletiyor. Kürt siyasi hareketini Türkiyeli sosyalistlerle, sosyalistleri de Kürtler’le bir arada tutmak bu anlamda hem gerekli, hem çok öğretici. Ben yalnızca bu nedenden dolayı bile Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’na destek olunması gerektiğini düşünüyorum. Dahası sol hareketin hangi parti üzerinden olursa olsun, Türkiye’nin her yerinde teşkilatlanması ve merkez yönetimlerin de bu teşkilatlanmaların yönlendirdiği organlar olmaları önemli. Türkiye soluna, Türkiye’nin her yerini tanıyan, o AKP’ye oy veren %47, ?çoğunluk?, ?siyasetsiz seçmen? ya da adına ne derseniz o insanları tanıyan insanlar, teşkilatlar gerekiyor. İstanbul ve Ankara’dan ne bu ülke anlaşılabiliyor, ne de biz kendimizi bu ülkeye anlatabiliyoruz. Anlama çabalarımız da işte ancak benim bu yazıda anlattığım kadar sonuç verebiliyor. Eğer bu ülkenin yönetimine talipsek, bunu uzaklarda bir yerlerden değil, bu ülkenin her yerinden yapmamız gerekiyor. Genel seçimlerde kapsayabildiğimiz tüm sosyalistlerle, Kürt siyasi hareketiyle bir arada, blok hâlinde kalmamız, uzanabildiğimiz yeri olabildiğince genişletmemiz gerekiyor. Genel seçimlerden bir gün sonra yerel seçim gündemini başlatmamız, adaylarımızı belirlememiz, önce beldelere, sonra ilçelere ve illere talip olmamız gerekiyor. Tıpkı Terzi Fikri’nin yaptığı gibi, bu ülkenin insanına kim olduğuna bakmaksızın sosyalist bir yönetimin neler verebileceğini düşünmemiz, anlatmamız ve yapmamız gerekiyor. Evet, ?çoğunluk?un kim olduğunu bilmek önemli ama bunu uzaktan tahminlerle değil, orada ve onlarla olarak yapmak daha önemli. Sosyalistler, ?çoğunluk?u ne karşısında gard almak gereken tehlikeli bir kitle olarak, ne de manipüle edilebilir bir siyasi iletişim kampanyası süjesi olarak görme lüksüne sahipler. Bugün AKP’ye oy veren çoğunluk, sosyalistler için yalnızca ve yalnızca bu ülkenin halkının bir parçası olarak görülebilir. Çünkü bu ülkenin bir aydınlık geleceği olacaksa şayet, bu azınlıkta olduğu kadar, ?çoğunluk?tadır da…
*BirGun.net‘te yayımlanmıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın