Her şeyden önce Türkiye solunun kendini yeniden tanımlama çabasını olumlu bulduğumu söyleyeyim. Reaksiyoner ve duygusal siyaset tarzına bu kadar açık olduğumuz bir dönemde, sol ne kadar mantık çerçevesinde kalıp, soğukkanlı davranırsa o kadar iyi.
Bunun yanı sıra laiklik tartışmasının sol içinde yeniden başlamış olmasını da son derece faydalı buluyorum. 28 Şubat sonrası dönemde militarist yönetime karşı oluşan tepki, liberal-muhafazakar ittifakıyla laikliği Kemalizmle iç içe geçirip dışlayan bir çeşit kültürel hegemonya doğurmuştu. Daha basit ifade etmek gerekirse, laikliği bırakın savunmak, telafuz etmek bile Kemalist olmaya eş değerdi. Şu son on senede bu süreç belki Kemalizmin otoriterliğinden kurtulmamızı sağladı ama karşılığında laik demokrasiyi kaybettik. Elimizde ne kaldığını şimdi görüyoruz. Dolayısıyla tekrar bir laiklik tartışması açmak gerekli.
Hem BHH’nin, hem de Başlangıç’ın metinlerinde laikliği yeniden tartışmaya yönelik bir çaba görmek mümkün. Özellikle Başlangıç metni, laiklikten ne anladığını açıkça ortaya koyuyor.
AKP?nin yürüttüğü baskıcı ve yukarıdan İslamileştirme politikalarına karşı genel bir ?laiklik ve ilericilik? savunusu yeterli olmayacak, hatta tam da AKP?nin istediği üzere toplumdaki bölünmeye dayalı yönetme stratejisinin elini güçlendirecektir. Devrimci siyasetin görevi baskıcı politikalar karşısında somut direnme odaklarının örgütlenmesine girişmektir. Laikliği, sekülerliği bir söylem ve ideolojik pozisyon olmaktan çıkarıp, iktidar karşısında somut direniş siyasetleri olarak örgütlemektir. Yukarıdan İslamileştirme politikalarının deli gömleğine sokmaya çalıştığı kadın bedeni ve emeğinin savunusu ve özgürleşmesi için direnişçi bir kadın hareketi; emekçi çocuklarını İmam Hatip ve Meslek Liselerine kapatan eğitim politikaları karşısında direnişçi ve kamuyu yeniden sahiplenen bir emek hareketi; ortak alanların kapatılması ve haneye, özel alana sıkıştırılması karşısında müşterek alanları koruma ve inşa etme mücadeleleri; ?fıtrat, helal, haram, kader, itaat? gibi nosyonlarla yeniden şekillendirilen çalışma hayatı karşısında sosyal hakları için direnen taşeron işçiler. Biz laiklik ve sekülerlikten bunları anlıyoruz. ?İlericiliği ve laikliği? savunan çeşitli kampanya siyasetlerini değil.
BHH’nin metni ise, hareketin baştan beri zayıf karnı sayılabilecek bir muğlaklık içeriyor. Benzer bir muğlaklık hareketin çağrı metninde de var. Sürekli bahsedilen -ve muhtemelen hareketin içindeki SİP kökenli grupların etkisiyle formüle edilmiş- “ilerici/gerici” ikiliği dikkat çekiyor. Bu muğlaklık siyasi söylem stratejisi olarak BHH’nin işine yarıyor olabilir, çünkü “ilerici” ve “gerici” gibi sıfatlar kişisel algılara göre anlamlandırılan ama önünde sonunda olumlu ve olumsuz yargılar içeren ifadeler. Yani; ilericiden olumlu, gericiden olumsuz anlam çıkartan herkes bu metinlere ve harekete destek verebilir, çıkardıkları anlamın ne olduğu çok önemli değil. Kitleselleşmek için faydalı olabilecek bir formül bu, ama kurucu bir siyaset ortaya çıkarmak için kesinlikle değil.
Birleşik Haziran Hareketi, Haziran 2013 direnişlerini referans veriyor, ancak demokrasi kültürü açısından o hareketin kazanımlarını benimsediği konusunda ciddi kuşkularım var. Haziran direnişlerinin esbab-ı mucibesi saldırı altındayken dahi defansif ve tepkisel olmamayı becerebilmekti. Başlangıçta tepkiyle sokağa çıkanlar dahi, o deneyimde yeni bir şey istemenin daha hayati olduğunu pratikle fark ettiler. Gezi Parkı deneyimi ve sonrasında forumlar bu açıdan önemli ve benzersizdi. Haziran adını kurumsal siyasete taşıyacaksanız, bundan daha beride durmamanız gerekiyor. Hatta daha fazlasını hedefleyip, o direnişin uzanamadığı yerlere, mesela ve öncelikle fabrikalara, iş yerlerine dokunmanız gerekiyor. BHH’nin söylemi bunu yapamayacak kadar içe dönük ve defansif. Başlangıç metninde de değinildiği üzere, örneğin muhafazakar/dindar işçilere nasıl ulaşılabileceğine dair en ufak bir emare yok. Oysa gözümüzün önünde şekillenen bir Ülker direnişi var. Dahası yaklaşmakta olan ekonomik kriz var, ve sol önümüzdeki dönemde AKP’nin sürdürülebilir yoksulluk politikalarıyla mutlu olan ama yakında huzuru kaçacak kitlelere ulaşacak politikalar geliştirmek zorunda. Bu bağlamda BHH’nin “ilerici-gerici” dikotomisine bağladığı laiklik tartışması kof ve faydasız. Kısaca ifade etmek gerekirse, BHH bir ÖDP-TKP birlikteliğinden fazlasını bu söylemle vaat etmiyor, dahası kendisine kitle olarak 1999’da ÖDP hangi kesimleri muhatap aldıysa, onları alıyor. BHH, o kesimlerin AKP döneminde kalabalıklaştığını umuyor, belki CHP’nin zemin kaybedeceğini ve onun boşalttığı alana yerleşerek siyaseti biraz daha sola çekeceğini düşünüyor. Ancak hâlâ çok kısıtlı bir kitleye kimlikler üzerinden hitap ediyor. Eğer mesela HDP gibi “demokratik özerklik” tipinden bir projeniz yoksa, bir “kimlik partisi” olarak ne yapmaya çalıştığınızı iyi düşünmeniz gerekiyor.
Diğer taraftan BHH’nin bu eksiklerini başarıya ortaya koyan Başlangıç metninin de diğer tarafın merkeze koyduğu bazı meseleleri yok saydığını düşünmek mümkün. Başlangıç’ın ortaya koyduğu sınıf merkezli laiklik politikası tutarlı, ancak eksik. BHH’nin neredeyse tek muhatap olarak aldığı kitleyi, Başlanıç önemli görmüyor. Oysa, BHH’nin “ilerici” olarak tarif ettiği kitlenin çok ciddi bir kısmı AKP döneminde önceden dahil oldukları sosyal ağlardan dışlandılar. İlk ekonomik krizde, şu anda zaten hız kazanmakta olan prekarizasyonun hedefi olacaklar. Başlangıç’ın pek çoğu beyaz yakalı olan bu kitleyi yok saydığını ve onlara yönelik politika geliştirmediğini söylemiyorum, aksine bu konuda hayli hassas olduklarını biliyorum. Ancak, o kitlenin yaşam tarzı konusundaki hassasiyetlerini yeterince dikkate almadıklarını düşünüyorum. Bunun arkasında bence, bu kitlenin sınıfsal tahlilinin yalnızca ekonomik sermaye üzerinden klasik bir anlayışla yapılması var. Oysa ekonomik sermayesi düşmekte olan bu kitle, kültürel sermaye açısından hâlâ çok varlıklı ve bu durum sınıfsal açıdan özel politikalar geliştirmeyi gerektirecek. Gezi’nin ve Haziran direnişlerinin eksiği, direnişlerin çekirdeğinde yer alıp söylemini belirleyen bu kitleyi, diğer emekçilerle birleştirememiş olmaktı. Şimdi yapılması gereken bu, ama kültürel sermaye uçurumlarını yok sayarak değil. Çünkü bunu her yok sayıp iki tarafı aynılaştırmaya kalktığımızda, bir tarafın diğerine kültürel şiddet uygulamasına şahit olacağız (“bunlar zaten cahil” gibisinden). Oysa temel politika, aynılaştırmak değil ortaklaştırmak üzerine kurulmalı. Bunun yolu da önce muhatap alınan toplumsal katmanların tahlilini iyi yapmaktan geçiyor. O tahlil, Başlangıç tarafından tam yapılamamış gibi duruyor.
bahsettiğiniz çoğu beyaz yakalı olan kitlenin varlıklı kültürel sermayesinden tam olarak kastınız nedir? Çok iyi niyetli soruyorum, kültürel sermaye kafamda çok soyut kaldı çünkü.
daghanirak06/01/2015
kültürel sermaye, pierre bourdieu’nün ortaya attığı bir kavram. aile/okul/kurumlar/kültür ürünleri yoluyla edinilen toplumsal beceriler olarak özetleyebiliriz kabaca. mesela fransa’daki lise öğretmenleri; ekonomik sermayesi düşük, kültürel sermayesi yüksek gruplara sıklıkla örnek verilir. buradaki temel mesele, ekonomik sermayeyle kültürel sermayenin genelde orantılı olmakla beraber illa doğru orantılı olmaması. örneğin fakir bir anne de çocuğuna satranç oynamayı öğretebilir, ama bunu yapabilmesi için kendisinin de satranç bilmesi ve bunun önemli olduğu düşüncesinde olması gerekir.
bizim içinde yaşadığımız dönemde kültürel sermaye sahibi pek çok grup, orta sınıftaki ekonomik statülerini kaybettiler küresel krizlerden dolayı. türkiye’de ise daha farklı bir durum var, türkiye’deki kültürel sermaye sahipleri toplumun sosyal ağlarından dışlanıp yerine yandaşlar yerleştirilmeye başlandı. mesela üniversiteler ve medya kuruluşları bunun çarpıcı bir örneğidir. bu insanlar bağlantılı olarak ekonomik olarak da yara aldılar, ki daha ekonomik krizi de var bu işin.
bahsettiğiniz çoğu beyaz yakalı olan kitlenin varlıklı kültürel sermayesinden tam olarak kastınız nedir? Çok iyi niyetli soruyorum, kültürel sermaye kafamda çok soyut kaldı çünkü.
kültürel sermaye, pierre bourdieu’nün ortaya attığı bir kavram. aile/okul/kurumlar/kültür ürünleri yoluyla edinilen toplumsal beceriler olarak özetleyebiliriz kabaca. mesela fransa’daki lise öğretmenleri; ekonomik sermayesi düşük, kültürel sermayesi yüksek gruplara sıklıkla örnek verilir. buradaki temel mesele, ekonomik sermayeyle kültürel sermayenin genelde orantılı olmakla beraber illa doğru orantılı olmaması. örneğin fakir bir anne de çocuğuna satranç oynamayı öğretebilir, ama bunu yapabilmesi için kendisinin de satranç bilmesi ve bunun önemli olduğu düşüncesinde olması gerekir.
bizim içinde yaşadığımız dönemde kültürel sermaye sahibi pek çok grup, orta sınıftaki ekonomik statülerini kaybettiler küresel krizlerden dolayı. türkiye’de ise daha farklı bir durum var, türkiye’deki kültürel sermaye sahipleri toplumun sosyal ağlarından dışlanıp yerine yandaşlar yerleştirilmeye başlandı. mesela üniversiteler ve medya kuruluşları bunun çarpıcı bir örneğidir. bu insanlar bağlantılı olarak ekonomik olarak da yara aldılar, ki daha ekonomik krizi de var bu işin.
kültürel sermaye konusunda yardımcı olabileceğini umduğum iki metin tavsiye edebilirim. https://www.marxists.org/reference/subject/philosophy/works/fr/bourdieu-forms-capital.htm ve http://istifhane.files.wordpress.com/2010/04/bourdieutemelkavramlar.pdf
umarım yardımcı olabilmişimdir.