Memlekette her şey derme çatma olduğundan, dahası en az bir otuz yıldır bunun böyle olması memleketin bizatihi işleyiş şekli haline geldiğinden, yeni bir kavram ortaya çıktığında bunun Türkiye’deki tezahürü de paldır küldür gerçekleşiyor. “Yurttaş gazeteciliği” de böyle bir şey. Bu kavram 1999 yılında Amerikalı Medya Eleştirmeni ve Akademisyen Jay Rosen tarafından “What are Journalists for” (Gazeteciler Ne İçindir?) kitabında ilk kez ortaya atılmıştı. Rosen, Amerikan anayasasının ve Batı demokrasilerinin dayandığı “bilgilendirilmiş toplum” ve “toplumsal münazara” kavramlarının medyaya yerleşen piyasa mantığı ve sermayeyle ilişkiler nedeniyle işlemez hâle geldiğini ve bu yüzden katılımcı yeni bir model geliştirilmesi gerektiğini savunuyordu. İnternet’in yaygınlaşmaya başladığı yıllarda ortaya atılan bu öneri, kaçınılmaz olarak bu mecrayla birlikte gelişmeye başladı. Özellikle İnternet kullanıcısının “okuyucu” olmaktan çıkıp “içerik üreticisi” olmasına izin veren Web 2.0 teknolojisiyle beraber, katılımcı gazetecilik ya da “yurttaş gazeteciliği” iyiden iyiye moda bir kavram haline geldi. İtalyan Araştırmacı Paulo Gerbaudo tarafından “tekno-iyimserler” olarak tanımlanan ve başını Daniel Bell’in çektiği bir grup, teknolojinin tüm üretim şekillerini tamamen değiştirdiği iddiası üzerinden bir tür tekno-belirleyicilik yaratırken bu moda kavram da kendi köksüzlüğünü buradan giderecekti. Artık teknoloji vardı, demek ki başka bir şeye takılmaya çok da gerek yoktu. Eskinin paradigması artık çöp olmuştu.
Meseleye Türkiye açısından bakarsak, özellikle 12 Eylül’den itibaren ana akım medyanın sermayeye yedeklenmesi ve bağımsız medyanın marjinalize edilmesi, halkın haber alma ihtiyacını zaten karşılanamaz hale getirmişti. 12 Eylül rejimini şahikasına vardıran AKP iktidarları döneminde iktidar kendi medya kartelini yarattı ve kalan medyayı da baskılarla sindirme yoluna gitti. Sonuç olarak, “penguen medyası” dediğimiz; Roboskî’de, Gezi’de, Lice’de kasıtlı olarak başka tarafa bakan ve orayı gösteren bir medya ortaya çıktı. Bunun alternatifinin yaratılması gerekliliği ortadaydı. Sorun, bu alternatifin kimin tarafından nasıl yaratılacağıydı. “Alternatif medya” ve “yurttaş gazeteciliği” kavramları bu ihtiyaca karşı ışık hızıyla gündeme taşındı, tabii peşinde pek çok ışıltılı “buzzword” (Kimsenin ne olduğunu bilmediği ve ama sıklıkla kullandığı afili kelimeler) ile beraber (Yaratıcı Fikirler Enstitüsü isimli oluşumun Faruk Eczacıbaşı’dan Sırrı Süreyya Önder’e, Mehmet Altan’dan Ömer Madra’ya alıntılarla bezediği manifestosu “buzzword” kullanımının anıtsal bir örneği olarak incelenebilir: http://bit.ly/yfe1yfe1)
Hem farklı bir medya pratiğine olan acil ihtiyaç, hem de “yurttaş gazeteciliği” kavramı etrafında yaratılan “bandwagon effect” (Trend olanı yakalama, parçası olma, payını alma isteği) Türkiye’de “yurttaş gazeteciliği” ya da daha doğru ifadesiyle “katılımcı medya” pratiklerinin başta söylediğimiz gibi damdan düşercesine uygulanmasına yol açtı. Çapul.tv gibi mücbir koşullarda doğan ve kendi ayaklarının üzerinde durmaya gayret eden oluşumların yanında, bu moda kavramın kendi esnafını da yaratacağı belliydi. Nitekim yarattı da. Yayın ilkeleri, sahiplik yapısı ve maddi kaynakları son derece flu birtakım oluşumlar, “yurttaş gazeteciliği” yaptıkları iddiasıyla bir anda ortaya döküldüler ve ana akım burjuva medyanın nispeten muhalif isimlerinin de zaman zaman verdiği tanıtım desteğiyle büyümeye çalıştılar. Bunlar arasında Bahçeşehir Üniversitesinin maddi desteğiyle kurulan Yaratıcı Fikirler Enstitüsü çatısında çalışan 140Journos son dönemde özellikle öne çıktı. Yine son dönemde kurulan VivaHiba isimli oluşum da “yurttaş gazeteciliği” yaptığını iddia ediyor, sitesine konulan içeriği hiçbir şekilde editoryal süzgece tutmadığını da öne sürüyordu (Ki bunun ne kadar etik bir gazetecilik pratiği olduğu ayrıca tartışılır). İlginç olan ise bu sitenin ortaklarından birinin tanıtımlarında Ertuğrul Özkök, Erdoğan Aktaş gibi isimlerin ders verdiği vurgulanan, Bahçeşehir Üniversitesi Yurttaş Gazeteciliği Sertifika Programı’nın sorumlusu olması. Bu iki “yurttaş gazeteciliği” oluşumunun Bahçeşehir Üniversitesiyle (Ki bu başka bir vakıf üniversitesi de olabilirdi) kurduğu maddi bağlar, ister istemez bu iki örneği yurttaş gazeteciliğinin maddi ve sahiplik yapıları üzerine bir laboratuvara dönüştürdü. Acaba Bahçeşehir Üniversitesiyle ilgili, üniversitenin çıkarını ilgilendiren bir haber ortaya çıktığında bu iki oluşum ne yapacaktı, ne tepki verecekti? (Örneğin Bahçeşehir Üniversitesi geçmişte Beşiktaş kampüsündeki kaçak binalarla gündeme gelmişti). 2001-2002 yılları arasında Bilgi Üniversitesi desteğiyle Türkiye’nin önemli medya eleştirmenleri tarafından yayımlanan, ancak yine üniversite tarafından (Ümit Kıvanç’ın iddiasına göre, ironik bir şekilde şu anda yurttaş gazeteciliği dersi veren Ertuğrul Özkök’ün baskısıyla) kapatılan Medyakronik kendini tekrar mı edecekti?
Çarşamba günü Bahçeşehir Üniversitesinin 42 akademisyenin işine son vermesi haberinin düşmesiyle beraber bu soruları tekrar sorma ihtiyacı hasıl oldu. İstanbul’un göbeğinde “gençleştirme operasyonu” adı altında akademisyen kıyımı yapılıyordu ve bunun haber değeri olduğunun tartışılacak tarafı yoktu. Dahası gazetecilik akademisyenlerinin de içinde olduğu söylenen bu tenkisat dalgası, kamusal bir soruna da işaret ediyordu ve bu bakımdan da gazetecinin sorumluluğundaydı. 140Journos ve VivaHiba, Bahçeşehir’de olanlar gündeme oturduğunda haberi hiçbir şekilde görmediler. Twitter üzerinden eleştiri yaptığımızda, VivaHiba içeriklerini tamamen kullanıcıların hazırladığını ve istiyorsak kullanıcı hesabı açıp haberi kendimizin girebileceğini söyledi. Oysa bizim merak ettiğimiz, Bahçeşehir Üniversitesinin iş ortağı konumundaki VivaHiba’nın etik olarak ne pozisyon alacağıydı. Konunun muhatabından uygarca bir cevap almak maalesef mümkün olamadı.
Burada çift taraflı bir meseleden bahsediyoruz. Birincisi, 42 akademisyenin “iş akdinin yenilenmemesi” medyadan aşina olduğumuz ve pek çok başka sektöre yayılan güvencesiz çalış(tır)ma anlayışının akademideki yüzlerce örneğinden sadece biri. Üniversiteler, akademisyenleri sözleşmelerle diken üstünde tutuyorlar ve istediklerinde Bahçeşehir’in yaptığı gibi toplu halde kapıya koyabiliyorlar. Öğretim elemanlarından üniversitelerin çıkarlarına (Bu çıkar özellikle vakıf üniversiteleri için genelde para oluyor) uygun “performans” göstermeleri bekleniyor, akademik özgürlükleri iş güvencesi olmaması ve örgütsüzlük nedeniyle tamamen kayboluyor. Kaçınılmaz son geldiğinde ise daha kötü koşullarda çalışmaya razı genç, işsiz akademisyen ordusundan bireylerle değiştiriliveriyorlar. Bu oluşan fasit daire, akademiyi bilim ortamından ticarethaneye dönüştürüyor. Ticarethane demişken, hemen her üniversitenin açtığı “sürekli eğitim merkezleri”nden ve sayıları binlere varan sertifika programlarından da bahsetmek lazım. Bu programlar, üniversitelerin temel gelir kaynaklarından ve hızla örgün eğitime olan oranları artıyor. Verilen sertifikalar; güvencesiz, rekabetçi iş ortamında geçer akçe konumunda, parayı veriyor ve iş bulma şansınızı arttırıyorsunuz. Bu programların tercihinde sektörlerin tanınmış isimlerinin ders vermesi de rol oynuyor. Üniversitenin, sektörlerin meşhurlarının ve bu programların etrafında kümelenen yeni bir tür akademik esnafın ekmek yediği, “müşteri”nin ise bir umut para bağladığı bir düzen bu. Tabii “Herkese ücretsiz eğitim” gereksiniminin çöp edilmesinde de büyük bir payları var.
Alternatif medya dediğimiz şey, belli ilkeler dahilinde yapılmadığında hem akademinin, hem medyanın taşeron çarkını beslemekten başka bir işe yaramıyor. Yurttaş gazeteciliği denen şey, moda bir kavram olmadan önce de okuyucunun gazeteciye istihbarat ve haber sağlaması şeklinde mevcuttu. Evrensel bunun canlı örneklerinden biri. İnternet’in yaygınlaşması, bu pratiklerin tabii ki daha etkin kullanılmasını sağlayabilir. Ancak İnternet’in ortaya çıkışı, medyanın sahiplik yapısı, maddi kaynakları gibi kadim sorunları ortadan kaldırmıyor. Birtakım ticari kuruluşlara ve güç ilişkilerine sırtını dayamış bir alternatif medyanın, ana akımın pratiklerini tekrar etmekten başka bir kaderi olması mümkün değil. Dahası, bu şekilde güvencesiz, sözüm ona esnek çalışma ortamının medya ve akademide iyice yerleşmesine de katkıda bulunuyorlar, ki bu başlı başına sorumsuzluk. Gezi’den beri haber ihtiyacımız o kadar arttı ki, haberi aldığımız sürece, onu yaratan koşullara aldırmıyoruz. “Yurttaş gazeteciliği” ve “alternatif medya” dediğimiz kavramlar ve onların aktörleri de bu nedenle eleştiriden muafmış gibi algılanıyor. Oysa önümüzde Karşı, Artı Bir, 7/24 gibi örnekler var. Bu yayın organları da muhalif haber anlayışıyla başlayıp, sahiplik meselesi nedeniyle yollarından saptılar ya da tümden kapandılar. Haberin hangi mecra üzerinden ya da kimin tarafından yapıldığı, İnternet için de bu durumu değiştirmiyor. Çeşmenin başını kimin tuttuğu hâlâ temel sorun. Yurttaş gazeteciliği yapılamaz mı, ya da anlamsız mı? Hayır değil, tabii ki yapılabilir, bizim yaşadığımız koşullarda yapılması gerekir de. Ancak yurttaş gazetecilerin ehliyet sorununu ve maddi yapı meselesini çözmeden değil. Hiçbir editoryal mekanizması olmayan, maddi kaynakları şeffaf olmayan bir alternatif medya, ana akım medyanın yolundan gitmeye mahkum ve kabul edilebilir değil. Hem geleneksel medya için, hem de alternatif medya için şunun altını çizmek gerekir; yayın ilkelerini, çalışma prensiplerini ve maddi kaynaklarını bilmediğiniz (ve öğrenemediğiniz) her yayın organı sorunludur. Bu işin nasıl yapılması gerektiği konusunda ise Yunanistan’daki Radiobubble örneği ve http://international.radiobubble.gr/p/p1.html adresinde İngilizce, Fransızca ve Yunanca yayımladığı “İlkeler Deklarasyonu” incelenebilir.
İlk Yorumu Siz Yapın